1. Yaşam ve Yapıtlar1
René
Descartes 31 Mart 1596’da Touraine’de Brittany parlementosunun bir üyesinin
üçüncü çocuğu olarak doğdu. 1604’de babası tarafından La Flëche kolejine
gönderildi. Henry IV tarafından kurulan Kolej İsa Toplumunun Babaları
[Jesuitler] tarafından yönetiliyordu. Descartes 1612’ye dek kolejde
kaldı ve eğitiminin son birkaç yılı mantık, felsefe ve matematik çalışmalarına
ayrıldı. Bize bilgi kazanmak için aşırı isteğinden söz eder,2 ve açıktır ki çok istekli ve yetenekli bir öğrenciydi. ‘‘Arkadaşım olan
öğrencilerden aşağı sayıldığımı duymadım, gerçi aralarında yazgıları
ustalarımızın yerini doldurmak olanlar olmuş olsa da.’’3 Descartes’ın geleneksel eğitimine karşı daha sonra oldukça sert bir
eleştiri yönelttiğini ve daha bir öğrenciyken ona öğretilmiş olanlardan
(matematik dışında) büyük bir hoşnutsuzluk duyduğunu, bu nedenle koleji
bıraktıktan sonra bir süre için öğrenme ile ilgisini kestiğini anımsadığımız
zaman, hocalarına karşı içerleme ve eğitim dizgeleri için bir küçümseme
duymuş olduğu vargısını çıkarmaya yönelebiliriz. Ama durum böyle olmaktan
çok uzaktı. La Flëche’in Jesuitlerinden bağlılık ve saygı ile söz etti
ve eğitim dizgelerini başka eğitsel kurumların çoğunda sunulan karşısında
büyük ölçüde üstün gördü. Yazılarından açıktır ki ona gelenek çerçevesi
içerisinde elde edilebilecek en iyi eğitim verilmişti. Gene de geriye
baktığı zaman geleneksel eğitimin, en azından kimi dallarında, sağlam
bir temel üzerine kurulu olmadığı vargısına ulaştı. Böylece alaylı bir
dille belirtir ki ‘‘felsefe bize tüm şeyler konusunda bir gerçeklik
görünüşü ile konuşmayı öğretir ve daha az eğitimli olanların bize hayranlık
duymalarına neden olur,’’ ve gerçi en iyi kafalar tarafından yüzyıllar
boyunca geliştirilmiş olsa da ‘‘onda tartışmaya açık olmayan ve sonuçta
kuşkulu olmayan tek bir şey bulunamayacaktır.’’4 Matematik
aslında pekinliği ve açıklığı ile ona haz veriyordu, ‘‘ama henüz gerçek
yararını anlamış değilim.’’5
La
Flëche’den ayrıldıktan sonra Descartes kısa bir süre önemsiz şeylerle
oyalandı, ama çok geçmeden çalışmaya ve kendi deyişiyle, dünyanın kitabından
öğrenmeye karar vererek yaşam için yararlı olacak bir bilgiyi aramaya
başladı. Bu nedenle Nassau Prensi Maurice’in ordusuna katıldı. Bu biraz
tuhaf bir davranış olarak görünebilir. Ama Descartes bir asker olarak
ücret almayı kabul etmedi ve yeni mesleğini matematik çalışmaları ile
birlikte yürüttü. Bir dizi deneme ve notlar yazdı, ve bunların arasında
müzik üzerine bir inceleme, Compendium musicae de bulunuyordu
ki ölümünden sonra yayımlanmıştır.
1619’da
Descartes Prens Maurice’in hizmetinden ayrıldı ve Almanya’ya gitti.
Orada İmparator Ferdinand’ın Frankfurt’ta taç giyme törenine tanık oldu.
Bavyera’da Maximilian’ın ordusuna katıldı ve Tuna üzerinde Neuberg’de
görevlendirildi. Orada yalnızlık içinde düşüncelere gömülü geçirdiği
günler sırasındadır ki felsefesinin temellerini atmaya başladı. 10 Kasım
1619’da ardarda gördüğü üç düş onu görevinin us yoluyla gerçeği aramak
olduğuna inandırdı, ve İtalya’da Loreto’daki Meryem Ana türbesini ziyaret
etmeye ant içti. Bohemya ve Macaristan’da süren ordu hizmeti, ve Silezya,
Kuzey Almanya ve Hollanda gezileri ve arkasından Rennes’de babasını
ziyareti o sıralarda andını yerine getirmesini engelledi. Ama 1923’de
İtalya’ya yola çıktı ve Roma’ya geçmeden önce Loreto’yu ziyaret etti.
Descartes
birkaç yıl Paris’te kaldı ve orada La Flëche’deki okul arkadaşlarından
olan Mersenne gibi insanlarla dostluk etti, Kardinal de Bérulle ile
tanıştı ve onun tarafından [gerçeklik arayışı konusunda] yüreklendirildi.
Ama Paris’teki yaşamın ilgisini dağıttığını gördü, ve 1628’de Hollanda’ya
çekilerek 1644, 1647 ve 1648’de Fransa’ya yaptığı yolculuklar dışında
1649’a dek orada kaldı.
Traité
du monde başlıklı çalışmasının yayımlanışı Galileo’nun kınanması
nedeniyle askıya alındı, ve 1677’ye dek yayımlanmadı. Ama 1637’de Descartes Usu Doğru Olarak Yönetmenin ve Bilimlerde Gerçekliği Aramanın Yöntemi
Üzerine Söylem başlıklı çalışmasını, göktaşları, dioptrik ve geometri
üzerine denemeler ile birlikte Fransızca’da yayımladı. Anlığın Yönetimi
İçin Kurallar görünürde 1628’de yazılmalarına karşın, ancak ölümünden
sonra yayımlandı. 1641’de İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar Latince’de
yayımlandı. Buna birçok tanrıbilimci ve felsefeci tarafından sunulan
altı küme karşıçıkış ya da eleştiri ve Descartes’ın bunlara yanıtları
eşlik ediyordu. İlk küme bir Hollandalı tanrıbilimci olan Caterus’un
karşıçıkışlarından, ikincisi bir dizi tanrıbilimci ve felsefecinin eleştirisinden,
üçüncü, dördüncü ve beşinciler sırasıyla Hobbes, Arnauld ve Gassendi’nin
karşıçıkışlarından, ve altıncısı daha başka tanrıbilimci ve felsefecilerden
gelen eleştirilerden oluşur. 1642’de Meditasyonlar’ın ikinci
yayımı çıktı. Bunda ek olarak Jesuit Bourdin tarafından getirilen yedinci
bir karşıçıkışlar kümesi, Descartes’ın bunlara yanıtları ve ayrıca Baba
Dinet’ye mektubu da kapsanıyordu. Dinet de bir Jesuit idi ve Descartes’ın
La Flëche’deki öğretmenlerinden biri olarak öğrencisinden sıcak bir
saygı görmüştü. Meditasyonlar’ın Fransızca çevirisi 1647’de ve
yedi karşıçıkış kümesini de kapsayan bir ikinci Fransızca yayımı 1661’de
çıktı. Fransızca çeviri Descartes tarafından değil ama Duc de Luines
tarafından yapılmıştı, ama ilk yayım felsefeci tarafından okunmuş ve
yer yer düzeltilmişti.
Felsefenin
İlkeleri 1644’de Latince’de yayımlandı. Fransızca’ya Abbë Claude
Picot tarafından çevrildi, ve metin Descartes’ın okumasından sonra 1647’de
yayımlandı ve yazardan çevirmene sunulan ve içinde çalışmasının tasarının
açıklandığı bir mektup önsöz olarak kapsanıyordu. Ruhun Tutkuları başlığını taşıyan inceleme (1649) Fransızca’da yazıldı ve görünürde
yazarın kendi isteğinden çok dostlarının dileklerine bağlı olarak Descartes’ın
ölümünden kısa bir süre önce yayımlandı. Bunlara ek olarak bitmemiş
bir diyaloğu, Doğanın Işığı Yoluyla Gerçeklik Arayışı da bulunur
ki bunun bir Latince çevirisi 1701’de çıktı. Ve ayrıca Belli Bir
izlenceye Karşı Yöneltilmiş Notlar başlığı altında Latince’de yazılan
ve Descartes tarafından anlığın doğasına ilişkin bir bildiriye yanıt
olarak tasarlanan bir çalışması daha vardır. Söz konusu bildiri felsefecinin
ilkin bir dostu ve daha sonra bir karşıtı olan Utrechtli Regius ya da
Le Roy tarafından kaleme alınmıştı. Son olarak, Descartes’ın çalışmaları
bir mektuplaşmalar kütlesi kapsar ki bunlar düşüncesinin aydınlatılması
için oldukça değerlidirler.
|
|
İsveç
Kraliçesi Kristina ve Descartes |
|
1649 Eylülünde
Descartes felsefesi konusunda bilgi edinmek isteyen Kraliçe Kristiana’nın
yineleyen çağrıları üzerine İsveç’e gitmek üzere Hollanda’dan ayrıldı.
Ama İsveç kışının sertliği kraliçenin düşüncelere dalmış olarak yatakta
uzun bir süre yatmaya alışmış Descartes’ın sabah beşte kütüphanesine
gelmesini bekleme davranışı ile birleşince, bu zavallı adama çok ağır
geldi. Ve Descartes 1650 Ocağının sonunda tutulduğu bir ateşe dayancak
denli güçlü değildi. 15 Şubatta öldü.
Descartes
ılımlı ve sevecen huylu bir insandı. Örneğin, hizmetçilerine ve ona
yardımda bulunanlara karşı eliaçıktı ve iyilikleri için kaygı duyardı.
Onlar da kendi paylarına efendilerine büyük bağlılık gösterirlerdi.
Mersenne gibi kimi yakın dostları vardı, ama yalnız ve dingin bir yaşamın
çalışması için özsel olduğunu görmüştü, ve hiç evlenmedi. Dinsel inançlarına
gelince, her zaman bir Katolik olduğunu belirtirdi ve bu inançla dindar
bir insan olarak öldü. Katolik inancı kabulünün içtenliği konusunda
aslında biraz tartışma olmuştur. Ama benim görüşüme göre içtenliği konusundaki
kuşkular ya olayların yetersiz bir değerlendirmesi üzerine dayanırlar — örneğin Traité du monde’un yayımını askıya almada gösterdiği ürkeklik
ya da sağgörü gibi —, ya da bilinçli olarak ve bilerek yeni bir felsefi
dizge kurmaya girişmiş bir felsefecinin gerçekten Katolik inaklara inanamayacağı
biçimindeki a priori sayıltı üzerine dayanırlar. Descartes çoğunlukla
yalnızca tanrıbilimsel sorunları ilgilendiren tartışmalardan kaçındı.
Bakış açısı göğe giden yolun bilgiliye olduğu gibi bilgisize de açık
olduğu ve bildirilmiş gizemlerin insan anlığının kavrayışını aştığı
biçimindeydi. Böylece kendini kendi görüşünde yalnızca us tarafından
çözülebilecek sorunlara verdi. Bir felsefeci ve bir matematikçi6 idi, bir tanrıbilimci değil; ve buna göre davrandı. Kişisel dinsel inançlarının
söylemiş olduğu gibi olmadıkları vargısını çıkarmak doğru olmayacaktır.
2. Descartes’ın Amacı
Descartes’ın
temel amacı, çok iyi bilindiği gibi, usun kullanımı yoluyla felsefi
gerçekliğe ulaşmaktı. ‘‘Kendimi bütünüyle gerçeklik arayışına vermeyi
istedim.’’7 Ve aramakta olduğu şey bir yalıtılmış gerçekler
çokluğunu bulmak değil, ama içinde kendiliğinden-açık ve kuşkudan bağışık
olmayan hiçbirşeyin varsayılamayacağı bir gerçek önermeler dizgesi geliştirmekti.
O zaman dizgenin tüm parçaları arasında örgensel bir bağıntı olacak,
ve bütün yapı sağlam bir temel üzerine dayanacaktı. Böylece kuşkuculuğun
çürütücü ve yokedici etkisine karşı dayanıklı olacaktı.
Descartes
felsefeden ne anlıyordu? ‘‘Felsefe bilgelik incelemesi [study of
wisdom] demektir, ve bilgelik ile yalnızca sorunlar karşısında sağgörülü
olmayı değil ama o denli de insanın hem kendi yaşamını yönetmek ve sağlığını
korumak için hem de tüm sanatların yaratılması için bilebileceği her
şeyin eksiksiz bir bilgisini anlıyoruz.’’8 Genel felsefe
başlığı altına öyleyse Descartes yalnızca metafiziği değil ama ayrıca
fiziği ya da doğal felsefeyi de katıyordu, ve bu ikincisi birinciye
karşı tıpkı gövdenin köklere karşı durduğu gibi duruyordu. Ve bu gövdeden
doğan dallar öteki bilimlerdir ki başlıca üçü tıp, mekanik, ve ahlaktır.
Ahlak ile ‘‘demek istediğim şey en yüksek ve en eksiksiz ahlak bilimdir
ki, öteki bilimlerin tam bir bilgisini varsayarsak, en son bilgelik
derecesidir.’’9
Zaman
zaman Descartes’ın felsefesinin kılgısal değeri üzerinde diretmesi şaşırtıcı
değildir. Der ki, bir ulusun uygarlığı felsefesinin üstünlüğü ile orantılıdır,
ve ‘‘bir Devlet için gerçek felsefeye iyelikten daha büyük bir iyilik
olamaz.’’10 Yine, ‘‘herkes için öyle bir yol açılmalıdır
ki, bununla yaşamının yönetimi için ona özsel olan tüm bilgiyi bir başkasından
ödünç almaksızın kendi içinde bulabilmelidir’’11 der. Felsefenin
bu kılgısal değeri en açık olarak gelişme düzeninin sonunda gelen parçada,
özellikle törebilimde görünür. Çünkü ‘‘nasıl ki meyvayı ağaçların köklerinden
ya da gövdelerinden değil ama ancak dallarının uçlarından topluyorsak,
yine öyle felsefenin ana yararı da onun bizim ancak ondan öğrenebileceğimiz
parçalarına bağlıdır.’’12 Kuramda, öyleyse, Descartes törebilim
üzerine önemli bir vurgu getirdi. Ama hiçbir zaman bu tasarı ile uyum
içinde dizgesel bir ahlak bilimi geliştirmedi; ve adı törebilim ile
olmaktan çok bir yöntem düşüncesi ile ve metafizik ile birlikte anılır.
Şimdi,
en azından bir anlamda Descartes’ın bilinçli olarak ve bilerek geçmişten
koptuğu yadsınamaz. İlk olarak, önceki herhangi bir felsefenin yetkesine
güvenmeksizin bir bakıma baştan başlamaya karar vermişti. Aristotelescileri
yalnızca Aristoteles’in yetkesi üzerine dayanmakla değil ama ayrıca
onu doğru olarak anlamayı başaramamakla ve yazılarında ‘‘üzerlerinde
hiçbirşey söylemediği ve belki de hiç şey düşünmemiş olduğu’’13 sorunlara çözümler buluyor gibi davranmakla suçladı. Descartes yetke
üzerine değil ama kendi usu üzerine dayanmaya karar vermişti. İkinci
olarak, açık ve seçik olanın sanısal ya da en iyisinden olası olan ile
karıştırılmasından (ki Skolastikleri bununla suçluyordu) kaçınmaya karar
vermişti. Onun için bilgi adını taşımaya yaraşır ancak bir tür bilgi,
pekin bilgi vardı. Üçüncü olarak, Descartes açık ve seçik düşüncelere erişmeye
ve onlarla çalışmaya, ve, kimi zaman Skolastikleri suçlamasına neden
olduğu gibi, terimleri açık bir anlam olmaksızın ya da giderek hiçbir
anlam olmaksızın kullanmamaya kararlıydı. Örneğin ‘‘onlar [Skolastikler]
tözü uzamdan ya da nicelikten ayırdettikleri zaman, ya töz sözcüğü ile
hiçbirşey demek istemezler, ya da yalnızca kafalarında cisimsel-olmayan
tözün karışık bir düşüncesini [a cofused idea] oluşturur ve bunu
yanlış olarak cisimsel töze yüklerler.’’14 Karışık düşüncelerin
yerine Descartes açık ve seçik düşünceleri geçirecekti.
Descartes
gerçekten de tarihsel öğrenime ya da genel olarak kitap-öğrenimine pek
değer vermedi. Ve bu olguyu göz önüne aldığımızda, Aristotelesciliğe
ve Skolastizme yönelik kınamalarının Yunan ve orta çağ dönemlerinin
büyük düşünürleri üzerine derin bir inceleme üzerine değil de dahaçok
yozlaştırılmış bir Aristotelescilik ve bir ders-kitabı Skolastizmi denebilecek
olan şeyin onda bıraktığı izlenim üzerine dayanması şaşırtıcı değildir.
Örneğin, Skolastikleri yetkeye başvurmakla suçladığı zaman, Aquinas’ın
kendisinin yetkeye başvurmanın felsefedeki tüm uslamlamaların [argument]
en zayıfı olduğunu açıkça bildirmiş olduğu olgusunu gözardı eder.* Ama
böyle gözlemler Descartes’ın önceki ve çağdaş felsefeye karşı genel
tutumunu değiştirmeksizin bırakırlar. Felsefenin İlkeleri’nin
eğitim alanında en değerli olarak gördüğü Jesuitler tarafından bir felsefe
ders kitabı olarak kabul edilmesi umudu içindeyken Skolastikler üzerine
saldırılarını bir ölçüde azalttı ve yapma gözdağında bulunduğu cepheden
saldırıdan vazgeçti. Ama geçmişten açık bir kopuşun yapılması gerektiği
yolundaki bakış açısı değişmeden kaldı.
Gene
de, bu demek değildir ki Descartes başka felsefecilerin doğru olarak
görmüş oldukları herşeyi yadsıma amacındaydı. Önceki felsefeciler tarafından
ileri sürülen önermelerin tümünün de sorgusuzca yanlış olduklarını kabul
etmiyordu. Bunlardan hiç olmazsa kimileri pekala doğru olabilirdi. Aynı
zamanda bunlar yeniden bulunmalıydılar, şu anlamda ki, gerçeklikleri
temel ve kuşku-duyulamaz önermelerde başlayıp türetilmiş önermelere
doğru dizgesel olarak ilerleyerek düzenli bir yolda tanıtlanmalıydı.
Descartes gerçeklik arayışında doğru yöntemi bulmayı ve kullanmayı istiyordu — bir
yöntem ki gerçekliklerin önceden kabul edilmiş olup olmadıklarına bakılmaksızın
ona bu gerçeklikleri ussal ve dizgesel bir düzende tanıtlama yeteneğini
verecekti. Birincil amacı, içerik söz konusu olduğu sürece, yeni bir
felsefe üretmekten çok pekin ve iyi-düzenlenmiş bir felsefe üretmekti.
Ve başlıca düşmanı Skolastizmden çok kuşkuculuktu. Buna göre, eğer pekin
bilginin saptanması için bir öngerek olarak kuşku duyulabilecek herşeyden
yöntemli olarak kuşku duyma kararını verdiyse, bu gene de başlangıçta
kuşku duyduğu önermelerden hiç birinin daha sonra pekin olarak doğru
çıkmayacağını kabul etmek demek değildi. ‘‘Kendi kendime ileri sürdüm
ki herhangi bir özel bireyin Devleti doğru bir biçimde yeniden kurabilmek
için herşeyi değiştirerek ve onu baştan sona altüst ederek yeniden biçimlendirme
savında hiçbir usayatkınlık yoktu. Ne de, yine, bütün bir bilimler kütlesinin,
ya da Okullar tarafından kurulan öğretim düzeninin yeniden biçimlendirilmesi
olasıdır. Ama bu zamana dek benimsemiş olduğum tüm görüşler söz konusu
olduğunda, onları bütünüyle bir yana atmaya, ve böylece daha sonra yerlerine
daha iyi olanları geçirmeye ya da ussal bir şemaya uyumlu kıldıktan
sonra yine onların kendilerini korumaya çabalamaktan daha iyisini yapamayacağımı
düşündüm.’’15 Kartezyen kuşku yöntemine daha sonra ayrıntılı
olarak döneceğiz; ama bu bağlamda bu son tümceyi gözden kaçırmamak önemlidir.
Öyleyse,
eğer Descartes kendi felsefi görüşlerinden kimilerinin ya başka felsefeciler
tarafından savunulmuş olanlara benzer oldukları ya da belli bir yolda
onlardan ödünç alınmış oldukları gibi bir görüşle karşılaşacak olsaydı,
bunun pek önemini olmayan bir nokta olduğu yanıtını verebilirdi. Çünkü
hiçbir zaman doğru olan felsefi önermeleri ortaya çıkaran ilk insan
kendisiymiş gibi davranmadı. İleri sürdüğü şey gerçeklikleri usun kendi
gerekleri tarafından istenen düzene göre tanıtlamanın bir yöntemini
geliştirmiş olduğuydu.
Yukarıda
verilen alıntıda Descartes gerçeklikleri bir ussal şemaya uyumlu kılmaktan
söz eder. Onun felsefe ideali bilimsel olarak saptanmış gerçekliklerin,
eş deyişle anlığın kendiliğinden-açık temel gerçekliklerden bunlar tarafından
imlenen başka açık gerçekliklere geçebileceği bir yolda düzenlenmiş
gerçekliklerin örgensel olarak bağıntılı bir dizgesiydi. Bu ideal büyük
ölçüde matematik tarafından esinlendirildi. Hem Kurallar’da hem
de Söylem’de Descartes matematiğin düşüncesi üzerinde yarattığı
etkiden açık olarak söz eder. Böylece bu ikinci çalışmada16 bize gençliğinde matematik, geometrik çözümleme ve cebir çalışmış olduğunu,
başka inceleme dalları ile karşılaştırıldığında bu bilimlerin açıklık
ve pekinliklerinden etkilendiğini, ve matematiğe üstünlüğünü veren yöntemin
kendine özgü özelliklerini bu yöntemi başka bilim dallarına da uygulama
amacıyla araştırmanın zorunlu olduğunu söyler. Ama bu, hiç kuşkusuz
matematikte uygulanabilir olan yöntemin başka yerlerde de uygulanabilir
olması anlamında tüm bilimlerin benzer olduklarını varsayar. Ve bu aslında
Descartes’ın düşündüğü şeydir. Bir arada alındıklarında, tüm bilimler
‘‘ne denli değişik konulara uygulanırsa uygulansın her zaman bir ve
aynı kalan insan bilgeliği ile özdeştirler.’’17 Yalnızca
bir tür bilgi, pekin ve açık bilgi vardır. Ve en sonunda salt bir bilim
vardır, gerçi aralarında bağıntılı dallara iye olsa da. Bu nedenle yalnızca
tek bir bilimsel yöntem olabilir.
Tüm
bilimlerin en sonunda tek bir bilim oldukları, ya da, daha doğrusu,
bir bilimin örgensel olarak bağlantılı dalları olduğu düşüncesi (ki
bu bilim insan bilgeliği ya da anlağı ile özdeşleştirilmiştir) hiç kuşkusuz
önemli bir varsayımdır. Ama geçerliğinin tam tanıtı, Descartes’a göre,
önceden verilemez. Ancak birleşik bir bilim kütlesini, bilimlerin sınırsızca
ilerleyici bir gelişime açık düzenli bir dizgesini kurmada doğru yöntemi
kullanaraktır ki geçerliğini gösterebiliriz.
Belirtmek
gerek ki Descartes’ın tüm bilimler en sonunda tek bir bilimdir ve tek
bir evrensel bilimsel yöntem vardır kuramı onu hemen Aristotelescilerden
ayırır. Bu sonuncular değişik bilimlerin değişik konularının değişik
yöntemleri gerekli kıldığına inanıyorlardı. Örneğin, törebilimde matematikte
uygun olan yöntemi kullanamayız; çünkü konu ayrımı törebilimin matematiğe
böyle herhangi bir benzeştirilmesini dışlar. Ama bu Descartes’ın kesin
saldırısına uğrayan bir bakış açısıydı. Aslında Descartes bütünüyle
anlığın bilişsel etkinliğine bağımlı olan bilimler ve bedenin alıştırma
ve yatkınlığına bağlı olan sanatlar (örneğin harp-çalma gibi) arasında
bir ayrımın bulunduğunu kabul ediyordu. Belki de diyebiliriz ki bilim
ve beceri arasında, bilme ve nasıl yapıldığını bilme arasında bir ayrım
bulunduğunu kabul ediyordu. Ama salt bir tür bilim vardır; ve konu ayrımları
yoluyla değişik tiplere ayrımlaşmış olmaz. Descartes böylece Aristotelescilerin
ve Skolastiklerin değişik işlem yöntemleri olan değişik bilim tipleri
düşüncesine sırt çevirdi, ve bunun yerine tek bir evrensel bilim ve
tek bir evrensel yöntem düşüncesini getirdi. Hiç kuşkusuz geometrik
önermelerin aritmetiksel araçlar yoluyla tanımlanabileceklerini göstermedeki
başarısı onu bu konuda yüreklendirmişti. Aristoteles, ki geometri ve
aritmetiğin değişik bilimler olduklarını ileri sürmüştü, geometrik önermelerin
aritmetiksel olarak tanıtlanabileceklerini yadsıyordu.18
Descartes’ın
ideal amacı öyleyse bu kapsamlı bilimsel felsefeyi kurmaktı. Onun andırımına
göre, ağacın kökleri olan metafizikte
Descartes sonlu ‘kendi’nin sezgisel olarak ayrımsanan varoluşu ile başlar
ve gerçekliğin ölçütünü, Tanrının varoluşunu ve özdeksel dünyanın varoluşunu
doğrulamaya geçer. Fizik, ağacın gövdesi, metafiziğe bağımlıdır, en
azından şu anlamda ki fizik enson ilkelerinin metafiziksel ilkelerden
doğdukları gösterilinceye dek bilimin örgensel bir parçası olarak görülemez.
Ve kılgısal bilimler, e.d. ağacın dalları, fiziğe ya da doğal felsefeye
örgensel bağımlılıkları açığa çıkarılınca gerçek bilimler olacaklardır.
Descartes aslında kendisinin bu amacı bütünlüğü içinde gerçekleştirmiş
olduğunu ileri sürmedi; ama bir başlangıç yaptığını ve amacının tam
yerine getirilişi için yolu gösterdiğini düşünüyordu.
Şimdi,
bu noktaya dek söylenmiş olanlar Descartes’ın yalnızca daha şimdiden
bildirilmiş olan gerçekliklerin bilimsel düzen ve tanıtları ile ilgilenmekte
olduğu izlenimini vermiş olabilir. Ama bu yanlış bir izlenim olacaktır.
Çünkü uygun yöntemin kullanımının felsefeciyi şimdiye dek bilinmeyen
gerçeklikleri bulmaya yetenekli kılacağına da inanıyordu. Demiyordu
ki Skolastik mantık değersizdir, ama onun görüşünde bu mantık ‘‘başkalarına
yeni olanı öğretmekten çok bilinenleri açıklamada daha iyi hizmet eder.’’19 Birincil kullanımı didaktiktir [bulgulatıcı olmaktan çok öğreticidir].
Descartes’ın kendi mantığı, Skolastiklerin mantığının tersine, ‘‘bildiğimiz
şeylerin nasıl başkaları tarafından anlaşılır kılınacağını ya da üstelik
bilmediğimiz şeylerle ilgili birçok sözü üzerlerinde herhangi bir yargı
oluşturmaksızın nasıl yineleyeceğimizi öğreten bir eytişim’’ değildir:
tersine onun mantığı ‘‘bize bilmediğimiz gerçeklikleri bulabilmek için
usumuzu en iyi yolda nasıl yöneteceğimizi öğreten mantıktır.’’20
Yeni
‘‘mantık’’ın bizi şimdiye dek bilinmeyen gerçeklikleri bulmaya yetenekli
kıldığı yolundaki bu sav üzerine sonraki kesimde daha ileri gözlemler
yapılacaktır. Ama burada savın ortaya çıkardığı soruna değinebiliriz.
Varsayalım ki matematiksel yöntem kendiliğinden-açık ilkelerden bu ilkeler
tarafından mantıksal olarak imlenen önermelerin tümdengelimi demektir.
Şimdi, eğer dünyaya ilişkin olgusal gerçeklikleri bu yolda çıkarsayabileceğimizi
ileri sürmek istersek, nedensel ilişkiyi mantıksal imlem ilişkisine
benzetmemiz gerekecektir. O zaman ileri sürebiliriz ki, örneğin fiziğin
gerçeklikleri a priori çıkarsanabilirler. Ama eğer nedenselliği
mantıksal imlem ile özdeşleştirirsek, sonunda, örneğin Spinoza’nınki
gibi birci bir dizgeyi kabul etmeye sürükleneceğiz ki bunda sonlu şeyler
bir bakıma bir enson varlıkbilimsel ilkenin mantıksal sonuçlarıdırlar.
Metafizik ve mantık birbirleri ile kaynaşacaklardır. Ve eğer fiziğin
gerçekliklerinin a priori çıkarsanabileceğini ileri sürersek,
deney fiziğin gelişiminde oynadığı bütünleyici rolü yitirecektir. Şu
demek ki, fizikçinin gerçek vargıları deneysel doğrulama üzerine dayanmayacaktır.
Deneyin oynadığı rol en çoğundan insanlara tüm deneyden bağımsız olarak a priori tümdengelim yoluyla ulaşılan vargıların gerçek olduklarını
göstermenin bir aracı olacaktır. Ama, daha sonra görüleceği gibi, Descartes
metafizikte varlık düzeninde önsel olan varlıkbilimsel ilke ile başlamadı.
Spinoza’nın tersine, Tanrı ile değil ama sonlu ‘kendi’ ile başladı.
Ne de yöntemi, Meditasyonlar’da örneklendirildiği gibi, matematikçinin
yöntemini çok yakın denebilecek bir düzeyde andıran bir yöntemdi. Fiziğe
gelince, Descartes gerçekte deneyin rolünü yadsımadı. Descartes’ın yüz
yüze kaldığı sorun öyleyse uyguladığı işlem yolunu ideal bir evrensel
bilim ve evrensel yarı-matematiksel bir yöntem tablosu ile uzlaştırmaktı.
Ama bu soruna hiçir zaman doyurucu bir yanıt vermedi. Ne de aslında
tüm bilimleri matematiğe benzeştirme ideali ve uyguladığı yollar arasındaki
uyumsuzlukları açıkça görmüş gibi görünür. Bu hiç kuşkusuz Spinozacılığın
Kartezyenizmin mantıksal bir gelişimi olduğu savının oldukça usayatkın
görünmesinin nedenlerinden biridir. Aynı zamanda Descartes’ın felsefesi
idealinin tüm-matematiksel yanını bütünüyle geliştirmiş olsaydı yapabileceğinden
ya da belki de yapmması gerekenden çok, felsefeciliği sırasında edimsel
olarak yapmış olduklarından oluşur. Ve eğer bir kez bunu kabul edersek,
eklememiz gerek ki, somut felsefi sorunlarla ilgilenirken uygun gördüğü
işlemlerin ışığında, bilim ve bilimsel yöntem idealini yeniden gözden
geçirmiş olması gerekirdi.
3. Descartes’ın Yöntem Düşüncesi
Kartezyen yöntem nedir? Descartes bize der ki ‘‘yöntem ile belli ve
kolay bir kurallar kümesini anlıyorum, öyle ki bunları sağın olarak
izleyen biri hiçbir zaman yanlış birşeyi doğru olarak almayacak ve hiçbir
ansal çaba savurganlığı olmaksızın ama bilgisini adım adım arttırarak
sığasını aşmayan tüm şeyleri gerçekten anlamaya ulaşacaktır.’’21 Öyleyse söylediği şey yöntemin bir kurallar kümesinden oluştuğudur.
Ama Descartes insan anlığının doğal yeteneklerinin ilgisiz olduğu bir
yolda kullanılabilecek bir uygulayımın bulunduğunu söyleme amacında
değildir. Tersine, kurallar anlığın doğal yeteneklerini ve işlemlerini
doğru olarak kullanma kurallarıdır. Ve belirtir ki anlık daha şimdiden
temel işlemlerini kullanma yeteneğinde olmadıkça, sorunun en yalın gereklerini
ya da kurallarını bile anlama gücünde olmayacaktır.22 Kendi
başına bırakıldığında, anlık yanılmazdır. Şu demek ki, eğer anlık başka
etmenlerin bozucu etkisi olmaksızın kendi anlama sığasını aşmayan sorunlar
açısından doğal ışığını ve yeteneklerini kullanırsa, yanılgıya düşmeyecektir.
Eğer durum bu olmasaydı, hiçbir uygulayım anlığın kökensel eksikliğini
gideremezdi. Oysa kendimizi önyargı, tutku, eğitimin etkisi, sonuçlara
erişmede dayançsızlık ve aşırı-iveğenlik gibi etmenlerle ussal düşünmenin
gerçek yolundan saptırılmaya bırakabiliriz; ve o zaman anlık bir bakıma
körelir ve doğal işlemlerini doğru olarak kullanmaz. Bu nedenle bir kurallar
kümesi çok yararlıdır, üstelik anlığın doğal yetenek ve işlemlerini
öngerektirseler de.
Anlığın
bu temel işlemleri nelerdir? Bunlar sayıca ikidir, yani sezgi ve tümdengelim;
‘‘iki ansal işlem ki, bunlar yoluyla hiçbir yanılsama korkusu olmaksızın
şeylerin bilgisine varabiliriz.’’23 Birincisi ‘‘duyuların
kararsız inancaları ya da imgelemin başına buyruk bileşiminden doğan
aldatıcı yargı değil, ama duru ve dikkatli bir anlıkta kolayca ve seçik
olarak doğan ve böylece bizi anlağımızın nesnesi konusunda kuşkudan
tümüyle kurtaran kavram’’ olarak tanımlanır. ‘‘Ya da, yine aynı şey,
sezgi duru ve dikkatli bir anlığın kuşku olmaksızın kavramıdır ki, yalnızca
usun ışığından kaynaklanır.’’24 Sezgi ile öyleyse denmek
istenen şey arı bir anlıksal etkinliktir, kuşku için hiçbir yer bırakmayacak
denli açık ve seçik bir anlıksal görüştür [seeing or vision].
Tümdengelim ‘‘pekinlikle bilinen başka olgulardan tüm zorunlu çıkarsama’’25 olarak betimlenir. Sezginin tümdengelimli uslamlamada bile gerektiği
doğrudur. Çünkü sonraki adıma geçmeden önce her önermenin gerçekliğini
açık ve seçik olarak görmeliyiz. Aynı zamanda tümdengelimi sezgiden
ayırdetmenin yolu ‘‘belli bir devimin ya da ardışıklığın’’26 sezgiye değil ama ona it olmasıdır.
Descartes
tümdengelimi sezgiye indirgemek için yapabileceği herşeyi yapar. Örneğin,
ilk ilkelerden dolaysızca çıkarsanan önermeler durumunda diyebiliriz
ki bunların gerçeklikleri, benimsediğimiz görüş açısına göre, kimi zaman
sezgi yoluyla, kimi zaman tümdengelim yoluyla bilinir. ‘‘Ama ilk ilkelerin
kendileri yalnızca sezgi tarafından verilirken, uzak vargılar ise, tersine,
ancak tümdengelim yoluyla sağlanır.’’27 Uzun tümdengelimli
uslamlama süreçlerinde tümdengelimin pekinliği belli bir düzeye dek
belleğin geçerliği üzerine dayanır; ve bu bir başka etmeni getirir.
Böylece Descartes belirtir ki, uzak vargıların ilk ilkeler tarafından
açıkça imlenen gerçekliklerinin en azından sezgisel bir kavrayışına
yaklaşıncaya dek, sık sık süreç üzerinden geçmekle bellek tarafından
oynanan rolü azaltabiliriz. Tüm bunlara karşın, Descartes tümdengelimi
sezgiye güdümlü kılıyor olsa da, onlardan iki ansal işlem olarak söz
etmeyi sürdürür.
Sezgi
ve tümdengelimden ‘‘bilginin en pekin yolları olan iki yöntem’’28 olarak söz edilir. Ama bunlar pekin bilgiye erişmenin yolları olsalar
da, Descartes’ın bu kesimin başında aktarılmış olan tanımında sözünü
ettiği ‘‘yöntem’’ değildirler. Çünkü sezgi ve tümdengelim kurallar değildirler.
Yöntem dahaçok bu iki ansal işlemi doğru olarak kullanmanın kurallarından
oluşur. Ve yöntemin herşeyden önce düzenden oluştuğu söylenir. Şu demektir
ki, düzenli düşünmenin kurallarını izlemeliyiz. Bu kurallar Anlığın
Yönetimi İçin Kurallar ve Yöntem üzerine Söylem’de verilir.
Bu ikinci çalışmada sıralanan dört kuraldan birincisi ‘‘açıkça gerçek
olarak tanımadığım hiçbirşeyi gerçek olarak kabul etmemektir: eş deyişle,
yargılarda iveğenlikten ve önyargılardan özenle kaçınmak ve onlarda
anlığıma kuşku duymama fırsat bulamayacağım denli açık ve seçik olarak
sunulandan daha öte hiçbirşeyi kabul etmemektir.’’29 Bu kuralın
izlenmesi yöntemli kuşkunun kullanımını kapsar. Şu demek ki, daha şimdiden
taşımakta olduğumuz tüm görüşlere karşı dizgesel olarak kuşku duymalıyız,
öyle ki kuşku duyulmaz olanı ve böylece bilimin yapısı için bir temel
olarak hizmet edebilecek olanı bulabilelim. Bu konuya bu bölümün beşinci
kesiminde yeniden döneceğim için, şimdilik bu kadarıyla yetinebiliriz.
Anlığın
Yönetimi İçin Kurallar’ın beşincisinde Descartes yönteminin bir
özetini verir. ‘‘Yöntem bütünüyle eğer herhangi bir gerçekliği bulacaksak
anlığın dikkatinin kendilerine yöneltilmesi gereken nesneleri düzenleme
ve konumlandırmadan oluşur. Eğer karışık ve bulanık önermeleri adım
adım yalın olanlara indirgersek, ve eğer sonra en yalın önermelerin
sezgisel ayrımsanışı ile başlar ve geçtiğimiz yolu aynı adımlarla yeniden
izleyerek tüm ötekilerin bilgisine tırmanmaya çalışırsak, bu yöntemi
sağın olarak izlemiş oluruz.’’30 Bu kuralın anlamı ilk bakışta
açık değildir. Ama böyle betimlenen düzenin iki yanı vardır; ve bunları
şimdi kısaca açıklamamız gerekiyor.
Yöntemin
ilk bölümüne göre karışık ve bulanık önermeleri adım adım daha yalın
olanlara indirgememiz gerekir. Ve bu uyarının genel olarak Yöntem
Üzerine Söylem’in ikinci ilkesine karşılık düştüğü söylenir. ‘‘İkinci
(ilke) inceleyecek olduğum güçlüklerin her birini olanaklı olduğu ve
gerekli göründüğü ölçüde çok sayıda parçaya bölmektir.’’31 Bu Descartes’ın daha sonra çözümleme ya da ayrıştırma yöntemi dediği
yöntemdir. ‘‘Çözümleme’’ terimini her zaman tam olarak aynı anlamda
kullanmış olduğunu söylemek güçtür; ama, burada betimlendiği biçimiyle,
bir bakıma karmaşık bilgi verilerini en yalın öğelerine parçalamaktan
oluşur. Descartes hiç kuşkusuz kendi yöntem düşüncesinde matematikten
etkileniyordu. Ama örneğin Euklides geometrisinin bir dizi eksikliği
olduğunu, eş deyişle belitlerin ve ilk ilkelerin ‘‘aklanmış’’ olmadıklarını
düşünüyordu. Şu demek ki, geometrici ilk ilkelerine nasıl ulaşıldığını
göstermez. Bununla birlikte, çözümleme ya da ayrıştırma yöntemi bir
bilimin ilk ilkelerini onlara nasıl ulaşıldığını ve niçin ileri sürüldüklerini
dizgesel olarak açıkça belirterek ‘‘aklar.’’ Bu anlamda çözümleme bir
buluş mantığıdır. Ve Descartes karmaşık bilgi verilerini birincil varoluşsal
önermeye, Cogito, ergo suma ayrıştırarak, ve metafiziğin temel
gerçekliklerini nasıl doğru düzenleri içinde ortaya çıkardıklarını göstererek, Meditasyonlar’ında çözümleme yolunu izlediğine inanıyordu. İkinci Karşıçıkışlar kümesine yanıtlarında belirtir ki ‘‘çözümleme bir
şeyin yöntemli olarak bir bakıma a priori bulunmasını ve türetilmesini
sağlayan doğru yolu gösterir, öyle ki eğer okur onu izlemeye ve herşeye
yeterince dikkat etmeye özen gösterirse, sorunu o denli eksiksiz olarak
anlar ve onu sanki kendisi bulmuş gibi kendinin sayar. ... Ama Meditasyonlar’ımda
yalnızca bana en iyi ve en doğru öğretme yöntemi olarak görünen çözümlemeyi
kullandım.’’32
Beşinci
Kuralda özetlenen yöntemin ikinci bölümüne göre ‘‘en yalın önermelerin
sezgisel ayrımsaması ile başlamalı ve yolumuzu aynı adımlarla yeniden
izleyerek tüm başkalarının bilgisine yükselmeye çalışmalıyız.’’ Bu Descartes’ın
daha sonra bireşim ya da bileştirme yöntemi [synthesis or the method
of composition] dediği şeydir. Bireşimde sezgisel olarak algılanan
ilk ilkeler ya da en yalın önermeler ile başlarız (ki bunlara en sonunda
çözümleme ile ulaşılmıştır) ve düzenli olarak çıkarsamaya geçer, ve
hiçbir adımın atlanmamasına ve üretilen her önermenin gerçekte önceki
önermeyi izlemesine özen gösteririz. Bu Euklides geometricileri tarafından
kullanılan yöntemdir. Descartes’a göre, çözümleme buluş yöntemi iken,
bireşim şimdiden bilineni tanıtlamak için en uygun yöntemdir; ve Felsefenin
İlkeleri’nde kullanılan yöntemdir.
İkinci Karşıçıkışlar kümesine yanıtında Descartes ileri sürer ki ‘‘geometrik
olarak yazma biçiminde ayırdettiğim iki şey vardır: tanıtlamanın düzeni
ve yöntemi. Düzen yalnızca ilkin daha sonra gelecek olanın yardımı olmaksızın
bilinmesi gerekenleri ortaya koymaktan ve tüm öteki sorunları tanıtlarının
onları önceleyenler üzerine dayanacakları bir yolda düzenlemekten oluşur. Meditasyonlar’ımda hiç kuşkusuz bu düzeni olabildiğince doğru
olarak izlemeye çalıştım ...’’33 Daha sonra tanıtlama yöntemini
çözümleme ve bireşime bölmeye ve, daha önce aktarıldığı gibi, Meditasyonlar’da
yalnızca çözümlemeyi kullandığını söylemeye geçer.
Şimdi,
Descartes’a göre, çözümleme ‘‘yalın doğalar’’ın sezgisine varmamıza
olanak sağlar. Ve bu terim ile ne demek istediği sorusu doğar. Belki
de bunu göstermenin en iyi yolu kendi örneklerinden birini kullanmaktır.
Bir cismin uzamı ve betisi vardır. Ve sözcüğün tam anlamıyla cisimsel
doğa, uzam ve betiden oluştuğu söylenemez, ‘‘çünkü bu öğeler hiçbir
zaman birbirlerinden yalıtılma içinde varolmuş değildirler. Ama kendi
anlağımıza göre onu bu üç doğadan oluşmuş bir bileşim olarak adlandırırız.’’34 Cismi bu doğalara çözümleyebiliriz; ama, örneğin, betiyi daha öte öğelere
çözümleyemeyiz. Yalın doğalar böylece çözümleme sürecinin ulaştığı enson
öğelerdir, ve açık ve seçik düşüncelerde bilinir.
Beti,
uzam, devim ve benzerlerinin yalnızca cisimlerde bulunmaları anlamında
bir özdeksel yalın doğalar kümesi oluşturdukları söylenir. Ama isteme,
düşünme ve kuşku duyma gibi bir ‘‘anlıksal’’ ya da tinsel [‘‘intellectual’’
or spritual] yalın doğalar kümesi de vardır. Bundan başka, bir yalın
doğalar kümesi daha vardır ki tinsel ve özdeksel şeylere ortaktır — varoluş,
birlik ve süre gibi. Ve Descartes bu kümeye bizim ‘‘ortak kavramlar
[common notions]’’ dediğimiz şeyleri de katar ki, bunlar başka
yalın doğaları biraraya bağlarlar ve çıkarsamanın ya da tümdengelimin
geçerliği onlar üzerine dayanır. Verdiği örneklerden biri ‘‘bir üçüncü
şey ile aynı olan şeyler birbirleri ile aynıdırlar.’’
Açık
ve seçik düşünceler alanı içinde kaldığı sürece, çözümlemenin varış noktası
enson öğeler olan bu ‘‘yalın doğalar’’dır. (Daha öte ilerlenebilir,
ama ancak ansal karışıklığa düşme pahasına.) Ve bunlar tümdengelimli
çıkarsamanın en son gereçleri ya da başlangıç noktalarıdır. Descartes’ın
ayrıca ‘‘yalın önermeler’’den de söz etmesi tümdengelimin önermelerin
önermelerden tümdengelimi olduğu düşünüldüğü zaman şaşırtıcı değildir.
Ama Descartes’ın kendini yalın doğalardan önermeler olarak söz etmede
nasıl aklanmış olarak düşünebildiği ilk bakışta açık değildir. Ne de
Descartes’ın düşündüğü şeyi açık ve ikircimsiz bir yolda açıklamaya
çalıştığı ileri sürülebilir. Eğer bunu yapmış olsaydı, bu konuda birbirinden
ayrılan bir yorumlar türlülüğü ile karşılaşmamamız gerekirdi. Belki
de sorunu sezgi edimi ve yargı edimi arasındaki ayrımın terimlerinde
açıklayabiliriz. Yalın doğayı sezeriz, ama yalınlığını ve öteki yalın
doğalardan seçikliğini önerme biçiminde doğrularız. Ama Descartes’ın
yalın doğaların ilişkisiz olduklarını demek istediğini düşünmemiz güçtür.
Gördüğümüz gibi betiden bir yalın doğa örneği olarak söz eder; ama onikinci
kuralı tartışırken der ki beti uzam ile (bir başka yalın doğa) çakışıktır,
çünkü betiyi uzam olmaksızın kavrayamayız. Ne de sezgi ediminin yalınlığı
zorunlu olarak sezginin nesnesinin birarada bağlı olmaları zorunlu iki
öğeyi kapsamadığı anlamına gelir — hiç kuşkusuz, bağıntının ayrımsanışının
dolaysız olması koşuluyla. Çünkü eğer dolaysız olmasaydı, eş deyişle,
eğer devim ya da ardışıklık bulunsaydı, önümüzde bir tümdengelim durumu
olurdu. Bununla birlikte, belki de Descartes’ı anlamanın doğal yolu
şöyledir. Herşeyden önce önermeleri sezgisel olarak ayrımsarız. Üçüncü
Kuralı açıklamasında sezgi örnekleri verdiği zaman, gerçekte yalnızca
önermelerden söz etmektedir. ‘‘Böylece her bir birey anlıksal sezgi
yoluyla kendisinin varolduğunu, düşündüğünü, bir üçgenin yalnızca üç
çizgi tarafından, bir kürenin tek bir yüzey tarafından sınırlandığını
vb. algılayabilir.’’35 Varoluş gibi yalın doğalar bir tür
soyutlama yoluyla bu tür önermelerden çözülüp çıkarılırlar. Ama yalınlıkları
üzerine yargıda bulunduğumuz zaman, bu yargı bir önerme biçimini alır.
Ve geriye kalan şey yalın doğalar arasındaki zorunlu ‘‘bitiştirme’’
ya da ayırma bağıntılarıdır ki, kendileri önermeler tarafından doğrulanırlar.
Kimi
yorumcular yalın doğaların ideal düzende kaldıklarını ileri sürmüşlerdir.
Onlara ister kavramlar isterse özler demeyi yeğleyelim, varoluşsal düzenden
soyutlanır ve geometricinin eksiksiz çizgileri ve daireleri gibi matematiksel
nesneler olurlar. Bu nedenle artık onlardan varoluşsal vargıları çıkarsamamız
olanaksızdır, tıpkı üçgene ilişkin matematiksel bir önermeden somut
olarak varolan üçgenlerin bulundukları vargısını çıkaramayacağımız gibi.
Gene de Meditasyonlar’ında Descartes varoluşsal bir önermeyi, Cogito, ergo sumu temel ilke olarak ortaya sürer ve bu temel
üzerinde Tanrının varoluşunu tanıtlamaya geçer. Öyleyse, kendi yöntemine
sırtını döndüğünü söylememiz gerekir.
Belki
de ileri sürülebilir ki, Descartes, tutarlı olabilmek için, varoluşsal
düzenden uzak durmalıydı. Ama, yeterince açıktır ki, hiçbir varoluşsal
göndermesi olmayan bir metafizik ya da varoluşsal göndermesi kuşkuda
olan bir metafizik üretmeyi istemiyordu. Ve varoluşsal önermeleri getirmesinin
matematiksel yöntemi ile uyum içinde olmadığını söylemek matematiğin
Descartes’ın yöntem düşüncesindeki rolünü abartmak olacaktır. Descartes
matematikte sezgi ve tümdengelimin düzenli kullanımının eldeki en açık
örneğini görebileceğimize inanıyordu; ama bu demek değildir ki amacı
metafiziği ideal düzene sınırlama anlamında metafiziği matematiğe benzeştirmekti.
Ve gördüğümüz gibi Anlığın Yönetimi İçin Kurallar’da sezgi ile
demek istediği şeye bir örnek olarak bir insanda o insanın varolduğu
olgusunun sezgisel bilgisini verir.36 Meditasyonlar’da
Tanrının varoluşunu ve ruhun ölümsüzlüğünü irdelenmesi gereken sorular
ya da sorunlar olarak ileri sürer. Kuşku duyulabilecek herşeyi kuşku
altına getirdikten sonra, ‘‘yalın’’ ve kuşku-duyulamaz önermeye, Cogito,
ergo suma ulaşır. Daha sonra varoluşu doğrulanan ‘kendi’nin doğasını
çözümlemeye geçer, ve buradan kökensel sezginin bir tür sürdürülüşü
olarak Tanrının varoluşunu saptamaya yönelir. Oysa daha önce Kurallar’da
bir zorunlu önerme örneği olarak ama birçok insan tarafından yanlış
bir biçimde olumsal olduğu düşünülen ‘‘Ben varım, öyleyse Tanrı vardır’’37 önermesini vermişti. Ve Meditasyonlar’ın genel uslamlama çizgisi Yöntem üzerine Söylem’in dördüncü bölümünde sunulur. Bu nedenle,
Descartes’ın genel yöntem düşüncesinin tüm özelliklerinin uyum içinde
olup olmadığı tartışılabilir olsa da, ve bulanık ya da ikircimli pekçok
şey kalsa da, öyle görünür ki Meditasyonlar’da edimsel olarak
kullanılmış olan yöntem bu genel düşünceye yabancı değildir.
Eklemeye
değer ki Clerselier’e bir mektupta Descartes ‘‘ilke’’ sözcüğünün değişik
anlamlarda anlaşılabileceğini belirtir. Bu örneğin aynı şey için aynı
zamanda olmanın ve olmamanın olanaksız olduğu bildirimi gibi soyut bir
ilkeyi imleyebilir. Ve bunun gibi bir ilkeden herhangi birşeyin varoluşunu
çıkarsayamayız. Ya da, örneğin, bir kimsenin varoluşunu ileri süren
önermeyi imlemek için kullanılabilir. Ve bu ilkeden Tanrının ve o kişinin
kendinden başka yaratıkların varoluşunu çıkarsayabiliriz. ‘‘Olabilir
ki tüm şeylerin indirgenecekleri tek bir ilke yoktur; ve başka önermelerin
‘aynı şey için aynı zamanda olmak ve olmamak olanaksızdır’ önermesine
indirgeniş yolu gerekiz ve yararsızdır. Öte yandan, kişi kendi varoluşunu
düşünerek kendini Tanrının, ve sonra da tüm yaratıkların varoluşuna
inandırmaya başlıyorsa, bunun büyük yararı vardır.’’38 Varoluşsal
önermelerin soyut mantıksal ya da matematiksel önermelerden tümdengelimi
diye birşey söz konusu değildir.
Belirtilmesi
gereken bir başka nokta da çözümsel tanıtlama yöntemi dediği şeyi izlediği Meditasyonlar’da Descartes ordo cognoscendi ile, buluş
düzeni ile ilgilenir, ordo essendi ile, varlık düzeni ile değil.
Varlık düzeninde Tanrı önseldir; başka bir deyişle, varlıkbilimsel olarak
önseldir. Ama buluş düzeninde kişinin kendi varoluşu önseldir. Sezgisel
olarak bilirim ki varımdır, ve Cogito, ergo sum önermesinde anlatılan
sezgisel gereci inceleme ya da çözümleme yoluyla ilkin bulurum ki Tanrı
vardır ve daha sonra kendilerine ilişkin açık ve seçik düşüncelerime karşılık
düşen özdeksel şeyler vardırlar.
Fiziğe
döndüğümüz zaman, Descartes’ı sanki fizik metafizikten çıkarsanabilirmiş
gibi konuşurken buluruz. Ama Tanrının yaratmayı seçmiş olabileceği bir
özdeksel dünyayı yöneten yasalara ilişkin bilgimiz ve yaratmış olduğu
özdeksel şeylerin varoluşuna ilişkin bilgimiz arasında bir ayrım yapmamız
gerekir. Çözümleme yoluyla uzam ve devim gibi yalın doğalara varabiliriz.
Ve bunlardan bir özdeksel dünyayı yöneten genel yasalar çıkarsanabilir;
şu demek ki, fiziğin ya da doğal felsefenin en genel yasaları çıkarsanabilir.
Bu anlamda fizik metafiziğe bağımlıdır. Yöntem Üzerine Söylem’de
Descartes Traité du monde’un içeriğini özetleyerek belirtir ki
‘‘doğa yasalarının neler olduklarını belirttim, ve nedenlerimi Tanrının
sonsuz eksiksizliklerinden başka hiçbir ilke üzerine dayandırmaksızın,
kişinin kuşku duyabileceği tüm şeyleri tanıtlamaya, ve eğer Tanrı başka
dünyalar yaratmış olsa bile içinde bu yasaların gözlenemeyecekleri bir
dünya yaratmış olamayacağını göstermeye çalıştım.’’39 Oysa
içinde bu yasaların örneklendiği bir dünyanın edimsel olarak varolmasının
pekinlikle bilinmesi, daha sonra görüleceği gibi, yalnızca tanrısal
gerçekliğin bizim özdeksel şeylere ilişkin açık ve seçik düşüncelerimizin
nesnelliğini güvence altına alması nedeniyledir.
Fiziğin
bu tümdengelimli yorumu deneyin Descartes yönteminde herhangi bir rol
oynayıp oynamadığı sorusuna neden olur. Ve bu soru Descartes’ın kendi
mantığının bizi şimdiye dek bilinmeyen gerçeklikleri bulmaya yetenekli
kıldığı savı ile daha da önem kazanır. Soru kuramını ilgilendir, kılgısını
değil. Çünkü edimsel olarak deneysel çalışmalar yapmış olduğu tarihsel
bir olgudur.40 İki tür metin kümesi ile karşı karşıyayız.
Bir yandan Descartes ‘‘deneyimi gözardı eden ve gerçeğin beyinlerinden
tıpkı Minerva’nın Jüpiter’in kafasından doğması gibi doğacağını düşleyen’’41 felsefecilerden küçümseyerek söz eder, ve Prenses Elizabeth’e ‘‘gerekli
deneysel kanıtın eksikliği yüzünden’’42 insan örgenliğinin
gelişimini açıklama görevini üstlenmeyi göze alamayacağını yazar. Öte
yandan, 1638’de Mersenne’ye bir yazısında ‘‘benim fiziğim geometriden
başka birşey değildir’’43 der, ve 1640’da ‘‘yalnızca şeylerin
nasıl olabileceklerini açıklamaya yetenekli ve başka türlü olamayacaklarını
tanıtlamaya yeteneksiz’’44 olsaydı kendini fizik konusunda
bütünüyle bilgisiz sayacağını, çünkü fiziği matematik yasalarına indirgediğini
yazar. Bu gene de 1638’de Mersenne’ye fiziğe bağımlı sorunların geometrik
tanıtlamasını istemek olanaksızı istemektir diye yazmasını engellemez.45 Gerçekten, açıktır ki Descartes deneyime ve deneye bir tür rol yüklüyordu.
Ama bu rolün ne olduğu eşit ölçüde açık değildir.
İlk
olarak, Descartes tikel fiziksel şeylerin varoluşunu a priori çıkarsayabileceğimizi düşünmüyordu. Örneğin mıknatıs gibi birşeyin varolduğu
deneyim yoluyla bilinir. Ama mıknatısın gerçek doğasını saptamak için
Descartescı yöntemi uygulamak zorunludur. Hiç kuşkusuz, herşeyden önce
felsefeci ona duyu deneyiminin sunduğu gözlemleri ‘‘toplamalıdır.’’
Çünkü bunlar onun araştıracağı görgül verilerdir, ve yöntem tarafından
öngerektirilirler. Daha sonra ‘‘bu yalın doğalar karışımının karakterini çıkarsamaya (çözümleme yoluyla çıkarsamaya) çalışacaktır ki, bu karakter
onun mıknatıs ile bağıntı içinde yer almış olduklarını gördüğü tüm etkilerin
üretilmesi için zorunludur. Bu başarıldıktan sonra, felsefeci çekinmeden
ileri sürebilir ki, insan anlığının ve verili deneysel gözlemlerin ona
bu bilgiyi sağlayabilmesi ölçüsünde, mıknatısın gerçek doğasını bulmuştur.’’46 Felsefeci daha sonra, yalın doğalarla başlayarak ve etkileri çıkarsayarak,
süreci tersine çevirebilir. Bunlar hiç kuşkusuz edimsel olarak gözlenen
etkilerle tutarlı olmalıdırlar. Ve deneyim ya da deney bize bunların
tutarlı olup olmadıklarını söyleyebilir.
İkinci
olarak, Descartes bir yanda birincil ve daha genel etkiler ve öte yanda
ilkelerden ya da ‘‘ilk nedenler’’den çıkarsanabilecek olan daha tikel
etkiler arasında bir ayrım yapar. Birinciler ona göre büyük bir güçlük
olmaksızın çıkarsanabilirler. Ama aynı ilk ilkelerden çıkarsanabilecek
olan tikel etkilerin sayılamayacak denli çok olmaları gibi bir durum
söz konusudur. Öyleyse edimsel olarak yer alan etkiler ve ortaya çıkabilecek
olan ama Tanrı başka türlü istediği için ortaya çıkmayan etkiler arasında
nasıl ayrım yapacağız? Bunu ancak görgül gözlem ya da deney ile yapabiliriz.
‘‘Daha tikel olan etkilere inmeyi istediğim zaman, karşıma değişik türlerden
öyle çok nesne çıktı ki, insan anlığı için yeryüzünde bulunan cisimlerin
biçimlerini ya da türlerini eğer Tanrının istenci onları oraya yerleştirmek
olmuş olsaydı yeryüzünde bulunabilecek sayısız başkalarından ayırdetmenin,
ya da daha sonra onları kendi yararımıza kullanmanın, eğer nedenlere
etkiler yoluyla varmıyor ve birçok tikel deneyden yararlanmıyor olsaydık,
olanaksız olacağını düşündüm.’’47 Descartes burada enson
ilkeler ya da yalın doğalar verildiğinde yaratılabilmiş olacak değişik
şeylerin türlerinden söz ediyor gibi görünür. Ama ayrıca der ki ‘‘ilkelerden
değişik yollarda çıkarsanabileceğini kabul edemeyeceğim hiçbir tikel
etki görmedim.’’48 Ve vargısı şudur ki, ‘‘yine sonucu belli
bir yolda açıklanması gerektiğinde başka bir yolda açıklandığında ortaya
çıkacak olanla aynı olmayan bir doğada deneyler bulmaya çalışmaktan
başka bir tasar bilmiyorum.’’49
Descartes’ın
‘‘tüm-matematikçiliği’’ böylece saltık değildir: fizikte deneyime ve
deneye bir rol vermeyi yadsımaz. Aynı zamanda dikkate değer ki doğrulayıcı
deneye yüklediği rol insan anlığının sınırlarından doğan boşluğu gidermektir.
Başka bir deyişle, gerçekte dünyaya ilişkin bilimsel bilgimizin gelişiminde
deneye bir rol veriyor olmasına karşın, ve gerçekte fizikte duyusal-deneyimin
yardımı olmaksızın yeni tikel gerçeklikleri bulamayacağımızı kabul etmesine
karşın, ideali arı tümdengelim ideali olarak kalır. Deneyime başvuruyu
önemsemeyen doğa felsefecilerinden küçümseyerek söz edebilir, çünkü
gerçekte deneyimsiz yapamayacağımızı kabul eder. Ama bir görgücü olmaktan
çok uzaktır. Fiziği matematiğe benzetme ideali her zaman gözlerinin
önündedir; ve genel tutumu Francis Bacon’ınkinden çok uzaktır. Descartes’ın
‘‘tüm matematikçilik’’inden söz etmek biraz yanıltıcı olabilir; ama
terimin kullanılışı gene de dikkati düşüncesinin genel çizgisine çeker
ve doğal felsefe anlayışını Bacon’ınkinden ayırdetmeye yardımcı olur.
Belki
de Descartes’ın doğuştan düşünceler kuramının onun bilimsel yöntemde deneye
yüklediği işlevin doğası üzerine daha öte ışık düşürdüğünü söylemek
aşırı iyimserlik olacaktır. Çünkü kuramın kendisi bulanıklıktan özgür
değildir. Bununla birlikte, Kartezyen yöntemdeki deneysel öğenin tartışılması
ile ilgilidir. Ve sonraki kesimde bu kuramı ele alabiliriz.
4. Doğuştan Düşünceler Kuramı
Descartes
dünyada olan ya da olabilecek herşeyin ilk ilkelerini ya da ilk nedenlerini
‘‘bunları doğal olarak ruhlarımızda varolan belli gerçeklik tohumlarından
başka bir kaynaktan türetmeksizin’’50 bulmaktan söz eder.
Yine, bildirir ki ‘‘güçlük olmaksızın duyularımızın tüm önyargılarını
bir yana atacağız ve dikkatle anlığımıza doğa tarafından yerleştirilmiş
düşünceler üzerine düşünerek bu bakımdan yalnızca anlağımıza dayanacağız.’’51 Bu tür pasajlar kaçınılmaz olarak Descartes’a göre metafiziği ve fiziği
anlığa ‘‘doğa’’ tarafından ya da daha sonra öğreneceğimiz gibi Tanrı
tarafından yerleştirilmiş bir dizi doğuştan düşüncenin mantıksal tümdengelimi
yoluyla kurabileceğimizi düşündürürler. Tüm açık ve seçik düşünceler doğuştandır.
Ve tüm bilimsel bilgi doğuştan düşünceler aracılığıyla bilgidir.
Regius
anlığın hiçbir doğuştan düşünce ya ya da belite gereksinim içinde olmadığı
yolunda karşı çıktı. Düşünme yetisi kendi süreçlerini açıklamak için
bütünüyle yeterlidir. Buna Descartes’ın verdiği yanıt şöyleydi: ‘‘Hiçbir
zaman anlığın herhangi bir yolda onun düşünme yeteneğinden ayrı olan
doğuştan düşüncelere gerek duyduğunu yazmadım ya da bu vargıyı çıkarmadım.’’52 Belli bir alışkanlıkla deriz ki kimi hastalıklar belli ailelerde doğuştandırlar,
‘‘bu ailelerin bebeklerinin bu hastalıkları’’ annelerinin rahimlerinde
çektikleri için değil ama bunlara yakalanmak için belli bir eğilim ya
da yatkınlıkla doğdukları için.’’53 Başka bir deyişle, bir
düşünme yetisine iyeyizdir, ve bu yeti, doğuştan yapısına bağlı olarak,
şeyleri belli yollarda kavrar. Descartes ‘‘aynı şeye eşit olan şeylerin
birbirleri ile eşit oldukları’’ biçimindeki genel ‘‘düşünce’’den söz eder
ve kendisini eleştirenlerden bu düşüncenin cisimlerin devimlerinden nasıl
türetilebileceğini göstermelerini ister, eğer bu sonuncular tikel, oysa
birinciler evrensel iseler.54 Başka bir yerde başka ortak
kavramlardan ya da ‘‘ilksiz-sonsuz gerçeklikler’’den (örneğin, ex nihilo
nihil fit, yokluktan yokluk gelir) söz eder ki bunların yerleri
anlıktadır.55
Bu
tür anlatımlar Descartes için doğuştan düşüncelerin gerçekte düşünme yetisinden
ayrı olmayan a priori düşünce biçimleri olduklarını düşündürme
eğilimindedir. Yukarıda sözü edilen türde belitler anlıkta daha baştan
düşünce nesneleri olarak bulunmazlar; ama bunlar, anlığın doğuştan yapısı
nedeniyle bu yollarda düşünüyor olması anlamında, gizil olarak bulunurlar.
Descartes’ın kuramı böylece belli bir düzeye dek Kant’ın ‘‘a priori’’
kuramının bir öncelenişini oluşturacaktır, şu önemli ayrımla ki, Descartes a priori düşünce biçimlerinin yalnızca duyu-deneyimi alanında
uygulanabilir olduklarını söylemez ve gerçekte bunu kabul etmez.
Gene
de açıktır ki Descartes doğuştan düşünceleri tasarım biçimlerine ya da
kavram kalıplarına sınırlamaz. Çünkü tüm açık ve seçik düşüncelerden doğuştan
düşünceler olarak söz eder. Örneğin, Tanrı düşüncesinin doğuştan olduğu söylenir.
Böyle düşünceler, aslında bebeğin anlığında tam anlamıyla gelişmiş düşünceler
olarak bulunmaları anlamında doğuştan değildirler. Ama bir bakıma anlık
onları bir tür deneyimin yarattığı vesile üzerine kendi gizilliklerinden
üretir. Bunları duyusal deneyimden türetmez. Daha önceden belirtildiği
gibi, Descartes bir görgücü değildi. Ama duyu-deneyimi bu düşüncelerın
oluşumuna neden olan durumu sağlayabilir. Bu açık ve seçik düşünceler ‘‘dışsal’’
düşüncelerden, duyusal deneyim tarafından yaratılan karışık düşüncelerden,
ve ‘‘yapay’’ düşüncelerden, imgelemin kurgularından bütünüyle ayrıdır.
Bunlar anlığın kendi iç gizilliklerini edimselleştirmesinin örnekleridirler.
Sanırım Descartes’ın doğuştan düşüncelerin doğa ve türeyişlerinin açık,
olumlu bir açıklamasını sunduğunu ileri sürebilmek güçtür. Ama en azından
açıktır ki ‘‘dışsal,’’ ‘‘yapay’’ ve açık ve seçik düşünceler arasında bir
ayrım yapıyordu, ve bu üçüncü sınıftan düşünceleri kendilerinde doğuştan,
anlığa doğa tarafından, ya da, daha uygun olarak, Tanrı tarafından yerleştirilmiş
olarak görüyordu.
Bu
doğuştan düşünceler kuramı açıktır ki Descartes’ın yalnızca metafizik anlayışı
ile değil ama fizik anlayışı ile de ilgilidir. Yalın doğalara ilişkin
açık ve seçik düşüncelerimiz doğuştandır. Ve fizikteki evrensel ve pekin
ilkelere ve yasalara ilişkin bilgimiz de böyledir. Bunlar duyu-deneyiminden
türetilemezler, çünkü bu bize evrenselleri değil ama tikelleri verir.
Öyleyse, deneyimin rolü nedir? Gördüğümüz gibi, anlığın bir bakıma kendi
gizilliklerinden çıkardığı düşünceleri tanımasını sağlayan durumu yaratır.
Dahası, deneyim aracılığı iledir ki düşüncelerimize karşılık düşen dışsal
nesnelerin olduklarını biliriz. ‘‘İdealarımızda anlıkta ya da düşünme
yetisinde doğuştan olmayan hiçbir şey yoktur, ama ancak deneyimi gösteren
durumlar dışında; örneğin, şimdi kafamızda bulunan şu ya da bu düşüncenin
belli bir dışsal şeye bağlı olduğu yargısında bulunmamız olgusu bu dışsal
şeylerin düşüncelerinin kendilerini duyu örgenleri yoluyla anlığa iletmiş
olmalarına değil, ama doğuştan bir yeti aracılığıyla, şu değil ama bu
zamanda, anlığa bu düşünceleri oluşturma vesilesini vermiş olan birşeyi
iletmiş olmalarına dayanır.’’56
O
zaman, Descartes’ın fizikte deneylere gereksinim konusunda söyledikleri
ne olur? Yanıt daha şimdiden son kesimde verilmiştir. Doğrulayıcı deney
insan anlığının sınırları yüzünden fizikte bir rol oynar. Ama tümdengelimli
bir dizge ideal olarak kalır. Ve görgül önsavların bize gerçek bilimsel
bilgiyi sundukları söylenemez.
5. Yöntemsel Kuşku
Descartes’ın yöntemsel kuşkuyu kullanımına daha önceden değinildi. Saltık
pekinlik için araştırmaya bir ön hazırlık olarak kuşku duyulabilecek
her şeyden kuşku duymanın ve geçici olarak kuşku duyulabilecek her şeyi
yalnış olarak görmenin zorunlu olduğunu düşünüyordu. ‘‘Kendimi bütünüyle
gerçeğin araştırılmasına vermeyi istediğim için, düşünüyordum ki benim
için görünürde karşıt bir yolu benimsemek ve kendilerine ilişkin olarak
en küçük bir kuşku zemini tasarlayabileceğim her şeyi saltık olarak
yanlış diye yadsımak zorunluydu, öyle ki daha sonra inançlarımda bütünüyle
pekin olan herhangi bir şeyin kalıp kalmadığını görebileyim.’’57
Descartes’ın
salık verdiği ve uyguladığı kuşku evrensel olarak kuşku duyulabilecek
her şeye, eş deyişle gerçekliği konusunda kuşkunun olanaklı olduğu her
önermeye uygulanması anlamında evrenseldir. Bu kuşku kuşku-duyma uğruna
uygulanmaması ama pekinliğe erişmede ve gerçeği yanlıştan, pekin olanı
olası olandan, kuşku-duyulamaz olanı kuşku-duyulabilir olandan ayırmada
bir hazırlık evresi olarak uygulanması anlamında yöntemseldir. Böylece
o denli de yalnızca pekinliğe erişmede bir hazırlık evresi olması anlamında
değil ama Descartes’ın zorunlu olarak daha önceden inanmış olduğu önermelerin
yerine yeni önermeleri geçirmeyi amaçlamıyor olması anlamında da geçicidir.
Çünkü daha önce yalnızca örneğin eski yazarların ya da öğretmenlerin
yetkeleri üzerine kabul edilmiş görüşler olan bir ya da daha fazla önermenin
daha sonra bütünüyle ussal bir zeminde özünlü olarak pekin oldukları
bulunabilir. Kuşku ayrıca onu davranışlarımızda kullanmamamız anlamında
da kuramsaldır. Çünkü davranış alanında sık sık yalnızca olası görüşleri
izlemek zorunda kaldığımız durumlarla karşılaşırız. Başka bir deyişle,
Descartes’ın yapmayı önerdiği şey felsefeyi başından yeniden düşünmektir.
Ve bunu yapmak için üzerine dayanılabilecek pekin ve güvenilir bir temel
bulma umudu içinde tüm görüşlerini dizgesel olarak irdelemesi zorunludur.
Ama tüm bunlar bir kuramsal düşünme sorunudur. Örneğin kendi yönteminin
tüm gereklerini karşılayabilecek bir törel ilkeler dizgesi çıkarsayıncaya
dek sanki hiçbir ahlaksal yasa yokmuş gibi yaşamayı öneriyor değildir.
Kuşku
ne denli genişletilebilir? İlk olarak, duyular yoluyla öğrenmiş olduğum
her şeyden kuşku duyabilirim. ‘‘Kimi zaman bu duyuların aldatıcı olduklarını
görmüştüm, ve bizi bir kez aldatmış olan bir şeye bütünüyle güvenmemek
bilgecedir.’’58 Karşı çıkılabilir ki kimi zaman çok uzak
ya da çok küçük duyu nesnelerinin doğası konusunda aldansam da, aldatıldığımı
ya da aldatılmaya açık olduğumu düşünmemi hiçbir biçimde gerektirmeyecek
pekçok duyusal-algı durumu vardır. Örneğin, bu nesnenin bedenim olduğunu
düşünmede nasıl aldanabilirim? Gene de, düşünülebilir ki ‘‘uykuda olabiliriz
ve tüm bu özel durumlar, örneğin gözlerimizi açmamız, başımızı sallamamız,
ellerimizi uzatmamız, ya da giderek böyle ellere iye olmamız gerçek
değildir.’’59 Kısaca, olabilir ki, Calderón’un bir oyununun
başlığını kullanırsak ‘‘yaşam bir düştür,’’ ve bize tözsel ve olgusal
olarak görünen her şey gerçekte böyle değildir.
Bununla
birlikte, bu kuşku matematiğin önermelerini etkilemez. ‘‘Çünkü ister
uyanık isterse uykuda olayım, iki artı üç her zaman beş eder, ve karenin
hiçbir zaman dörtten fazla kenarı olamaz, ve böylesine açık ve görünürde
olan gerçekliklerin pekinsizlik ile karşılanması olanaklı görünmez.’’60 Kimi zaman duyuların nesnelerine ilişkin yargılarımda aldatılmışımdır,
ve öyleyse her zaman aldatılmakta olmam olasılığını tasarlamam bütünüyle
yersiz değildir, çünkü varsayımın bir düzeye dek deneyimde bir temeli
vardır. Ama büyük bir açıklıkla görüyorum ki iki ve üç toplandığında
beş eder, ve herhangi bir karşıt durumla karşılaşmış değilim. Buna göre,
ilk bakışta öyle görünür ki böyle sorunlarda aldatılamam. Duyular yoluyla
türetilmiş olan ‘‘dışsal düşünceler’’ konusunda kuşku duymak için zemin
vardır; ama gerçekliklerini matematiğin gerçeklikleri gibi oldukça açık
ve seçik bir biçimde gördüğüm önermelerden kuşkulanmak için hiçbir zemin
yok gibi görünür. Denebilir ki, görgül önermeler kuşkuludur, ama çözümsel
önermeler elbette kuşku-duyulamazdır.
Gene
de, metafiziksel bir varsayım verildiğinde, matematiğin önermelerinden
bile kuşku duymak olanaklıdır. Çünkü düşünebilirim ki ‘‘güçlü olduğu
denli aldatıcı da olan bir kötü cin tüm erkesini beni aldatmada kullanmıştır.’’61 Başka bir deyişle, gönüllü bir çaba ile öylesine bir yapıda oluşmuş
olmam olanağını tasarlayabilirim ki kaçınılmaz olarak bana pekin olarak
görünen önermelerin gerçek olduklarını düşünmede bile aldatılmaktayımdır.
Descartes hiç kuşkusuz sözü edilen varsayımın bir olası varsayım olduğunu
ya da matematiğin gerçekliklerinden kuşku duymak için olumlu bir zemin
bulunduğunu düşünmüyordu. Ama saltık pekinliği arıyordu, ve onun görüşünde
zorunlu bir ilk evre kuşku duyulabilecek her şeyden kuşku duymaktı,
üstelik kuşku duymanın olanağı uydurma bir varsayım üzerine dayanabiliyor
olsa bile. Ancak sözde gerçekliklerin bu en uç sınıra dek elenmesi yoluyla
temel bir gerçekliğe, kuşku duyulması olanaksız çıkan bir gerçekliğe
varmayı umabiliyordu.
Bu
nedenle Descartes yalnızca özdeksel şeylerin varoluş ve doğalarını ilgilendiren
tüm önermeleri değil ama ona açıklık ve pekinlik modelleri olarak görünmüş
olan matematiksel bilimlerin ilke ve tanıtlarını da kuşku duyulabilir
olarak bir yana atmayı ya da geçici olarak yanlış diye ele almayı istiyordu.
Bu anlamda, daha önce de belirtildiği gibi, kuşkusu evrenseldi, ve göreceğimiz
gibi, hiç birini dışlamadan her gerçeklikten kuşku duymayı olanaklı
bulmuş olduğu için değil, ama gerçekliği ne denli açık görünse de hiçbir
önermenin sınamanın dışında tutulmaması anlamında.
Descartes’ın
kuşkusunun gerçek bir kuşku olup olmadığı konusunda belli bir ölçüde
tartışma olmuştur. Ama bu soruya yalın bir yanıt vermek sanırım oldukça
güçtür. Açıktır ki, eğer Descartes kuşku duyulabilecek her şeyden kuşku
duymayı ya da bunları geçici olarak yanlış diye ele almayı önerdiyse,
bir önermeden ona kuşkusunu yöneltmeden önce kuşku duyması için bir
nedeni olması gerekliydi. Çünkü eğer hiçbir neden bulamıyorduysa, söz
konusu önerme kuşku-duyulamaz olacaktı, ve aramakta olduğu şeyi, yani
saltık olarak pekin olan ve kuşku duyulamayan bir gerçekliği daha şimdiden
bulmuş olacaktı. Ve eğer kuşku duymak için bir neden vardıysa, kuşku
büyük bir olasılıkla nedenin gerçek olduğu düzeye dek gerçek olacaktı.
Ama Descartes’ın yazılarından onun değişik önermelerin gerçekliğinden
kuşku duymak için sunmuş olduğu nedenleri ele alış yolunun açık ve sağın
bir açıklamasını toparlamak kolay değildir. Özdeksel şeylerin kendilerinde
tam olarak duyularımıza göründükleri gibi oldukları önermesini ilgilendiren
kuşkular onun için yeterince haklıydılar. Örneğin, şeylerin kendilerinde
renkli olduklarına inanmayarak doğallıkla şeylerin renkli oldukları
yolundaki dışsal düşüncelerimizin güvenilmeye değer olmadıklarını düşünüyordu.
‘‘Duyuların tüm tanıklığı yadsınmalıdır’’ ya da ‘‘özdeksel şeyler yalnızca
ansal imgelerdir’’ (yani, anlığın dışında varolan ve kendilerine ilişkin
açık düşüncelerimize karşılık düşen hiçbir özdeksel şey yoktur) gibi önermeler
konusunda Descartes çok iyi biliyordu ki gündelik yaşamda böyle sayıltılara inanamayız
ya da onlar üzerine davranamayız. ‘‘Yaşamımızın kılgısal etkinlikleri
ve gerçeğe yönelik bir araştırma arasında değişik pasajlarda tarafımdan
vurgulanan ayrıma dikkat etmeliyiz; çünkü yaşamımızı düzenleme durumu
söz konusu olduğu zaman duyulara güvenmemek hiç kuşkusuz aptalca olacaktır.
... Bu nedenledir ki başka bir yerde hiç kimsenin sağlam sağ duyusunda
bu sorunlar konusunda ciddi olarak kuşku duymuş olmadığını bildirmiştim.’’62 Öte yandan, kılgısal yaşamlarımızda özdeksel şeylerin nesnel varoluşları
konusunda hiçbir gerçek kuşku duygusu taşıyamıyor olsak bile, bunların
varolduklarını ileri süren önermeyi ancak Tanrının varoluşu tanıtlandıktan
sonra tanıtlayabiliriz. Ve Tanrının varoluşunun pekin bilgisi benim
düşünen bir özne olarak varoluşumun bilgisi üzerine bağımlıdır. Metafiziksel
bilgiyi kazanma bakış açısından özdeksel şeylerin varoluşundan kuşku
duyabiliriz. Üstelik bunu yapabilmek için ‘‘kötü cin’’ varsayımını getirmemiz
gerekli olsa bile. Aynı zamanda bu varsayımın getirilmesi, Descartes’ın
altıncı Meditasyondaki sözünü kullanırsak, kuşkuyu ‘‘hiperbolik’’
[aşırı-abartmalı] yapar.63 Ve aynı Meditasyonda ‘‘henüz
varlığımın yaratıcısının bilgisinden yoksun olmam ya da daha doğrusu
kendimi onu bilmiyor olarak görmem’’64 biçimindeki sözleri
‘‘kötü cin’’ varsayımının anlaşıldığı gibi gönüllü ve bilerek yapılan
bir uydurma olduğu olgusunun altını çizmeye yardım eder.
Hiç
kuşkusuz Descartes’ın Yöntem Üzerine Söylem’de ve Meditasyonlar’da
söylediklerinin her zaman bu yorumu desteklediğini ileri sürme gibi
bir kaygım olmasa da, eleştirilere yanıtında ve Bir İzlenceye Karşı
Notlar’ında sunulduğu biçimiyle genel bakış açısı, Tanrının varoluşu
konusunda ya da uyku ve uyanıklık arasındaki ayrım konusunda kuşkunun
‘‘Tanrı vardır’’ ve ‘‘özdeksel şeyler vardır’’ önermelerini ratio
cognoscendi tarafından gerektirilen düzene göre tanıtlanıncaya dek
felsefi dizgesinin çerçevesi içerisinde ileri sürmekten ve kullanmaktan
bilerek kaçınmaya eş değer olduğu biçimindedir. Böylece Bir İzlenceye
Karşı Notlar’da Descartes şunları ileri sürer: ‘‘Meditasyonlar’ımın
başında ilk bulunuşlarını bana borçlu olmayan, ama uzun süredir kuşkucular
tarafından yadsınmış olan tüm öğretilere kuşkulu olarak bakmayı önermiştim.
Bir yazara yalnızca çürütebilme amacıyla bildirdiği görüşleri yüklemekten
daha haksız ne olabilir? En azından şimdilik, bu yalnış görüşler çürütülmelerinden
önce ileri sürülürken, yazarın kendini onlara bağlı gördüğünü sanmaktan
daha aptalca ne olabilir ...? Böyle bir kitabı yazmış olan insanın,
bunun ilk sayfalarını yazmakta olduğu sırada sonrakilerde tanıtlamak
üzere üstlenmiş olduğu şeyi bilmediğini düşünecek denli kafasız biri
olabilir mi?’’65 Descartes bu nedenle ileri sürer ki onun
işlem yolu ‘‘Tanrı vardır’’ önermesinin tanıtlamalarını formüle etmeden
önce Tanrının varoluşundan kuşku duymuş olduğunu imlemez, tıpkı herhangi
bir başka yazarın bu önermeyi tanıtlamaya girişmesinin onun gerçekliği
konusunda daha önceki gerçek bir kuşkuyu imlememesi gibi. Ama, hiç kuşkusuz,
Descartes’ın kuşku duyulabilecek her şeyden yöntemli olarak kuşku duyulmasını
istediği doğrudur, oysa Aquinas ve Scotus gibi filozoflar böyle yapmıyorlardı.
Aslında önemli olan soru bu kuşkunun hangi sağın anlamda anlaşılacağıdır.
Ve bana Descartes terime yüklediği anlamın çok açık ve tutarlı bir çözümlemesini
veriyor gibi görünmüyor. Yapabileceğimizin tümü onun Yöntem üzerine
Söylem’de, Meditasyonlar’da ve Felsefenin İlkeleri’nde
söylediklerini sorulara ve düşmanca eleştiriye yanıtlarının ışığında
yorumlamaya çalışmaktır.
Notlar:
1Descartes’ın yazılarına
göndermelerde aşağıdaki kısaltmalar kullanılmıştır. D.M. Discours on Method’u. R.D. Rules for the
Direction of the Mind’ı, M. Meditations’ı, P.P. Principles of Philosophy’yi, S.T. Search
after Truth’u, P.S. Passions of The Soul’u, O. ve R.O. sırasıyla Objections’ı ve Replies to Objections’ı belirtir. A.T. harfleri
Descartes’ın çalışmalarının Charles Adam ve Paul Tannery tarafından
düzenlenen yayımını gösterir; Paris, 13 cilt, 1897-1913.
2D.M., 1; A.T., VI, 3.
3D.M., 1; A.T.. VI, 5.
4D.M., 1; A.T., VI, 6 ve
8.
5D.M., 1; A.T., VI, 7.
6Descartes çözümsel ya da eş-güdümlü geometrinin gerçek
kurucusu idi. En azından, Géométrie (1637) başlıklı yapıtı
konu üzerine yayımlanan ilk kitaptı.
7D.M., 4; A.T., VI, 31.
8P.P., Prefatory Letter; A.T.,
IX B, 2.
9P.P., Prefatory Letter; A.T.,
IX B, 14.
10P.P., Prefatory Letter, A.T.,
IX B, 3.
11S.T., A.T., X, 496.
12P.P., Prefatory Letter; A.T.,
IX B, 15.
13D.M., 6. A.T., VI, 70.
14P.P., II, 9; A.T., IX B,
68.
15D.M., 2; A.T., VI, 13-14.
16D.M., 2; A.T., VI, 17.
17R.D., 1; A.T., X, 360.
18Anal Post., 1, 7.
19D.M., 2; A.T., VI, 17.
20P.P., Prefatory Letter; A.T.,
IX B, 13-14.
21R.D., 4; A.T., X, 371-2.
22R.D., 4; A.T., X, 372.
23R.D., 3; A.T., X, 368.
24A.g.y.
25R.D., 3; A.T., X, 369.
26R.D., 3; A.T., X, 370.
27A.g.y.
28A.g.y.
|
29A.T.,
VI, 18.
30R.D., 5; A.T., X, 379.
31D.M., 2; A.T., VI, 18.
32R.O., A.T., IX, 121-2,
krş. VII, 155-6.
33R.O., A.T., IX, 121, krş. VII, 155.
34R.D., 12; A.T., X, 418.
35R.D., 3; A.T., X, 368.
36A.g.y.
37R.D., 12; A.T., X, 422.
38A.T., IV, 445.
39D.M., 5; A.T., VI, 43.
40Descartes kadavra kesimini uyguladı ve kılgısal anatomi
calışmaları ile ilgilendi. Ayrıca fizik alanında da deneyler yaptı.
41R.D., 5; A.T., X, 380.
42A.T., V, 112.
43A.g.y. II, 268.
44A.g.y., III, 39.
45A.g.y. II, 141.
46R.D., 12; A.T., X, 427.
47D.M., 6; A.T., VI, 64.
48D.M., 6; A.T., VI, 64-5.
49D.M., 6; A.T., VI, 65.
50D.M., 6; A.T., VI, 64.
51P.P., 2, 3; A.T., VIII,
42, krş. IX B, 65.
52Notes Against a Programme, 12; A.T.,
VIII B, 357.
53Notes Against a Programme, 12; A.T.,
VIII B, 358.
54Notes Against a Programme, 12; A.T.,
VIII B, 359.
55P.P., I, 49; A.T., VIII,
23-4.
56Notes Against a Programme, 13; A.T.,
VIII B 358-9.
57D.M., 4; A.T., VI, 31.
58M., 1; A.T., VII, 18, krş. IX,
14.
59M., 1; A.T., VII, 19, krş. IX,
15.
60M., 1; A.T., VII, 20, krş. IX,
16.
61M., 1; A.T., VII, 22, krş. IX.
17.
62R.O., 5; A.T., VII, 350-1.
63A.T., VII, 89, krş. IX, 71.
64A.T., VII, 77, krş. IX, 61.
65A.T., VIII B, 367. |
[COPLESTON:
DESCARTES: BÖLÜM İKİ: DESCARTES (1) ]
Çeviren Aziz Yardımlı • (C) İDEA YAYINEVİ 1986-1997
2
Descartes
W. W. Rouse Ball
Descartes’ı
modern matematik okulunun ilk üyesi olarak görebiliriz. René Descartes 31 Mart 1596’da Tours yakınlarında doğdu 11 Şubat 1650 Stockholm’de
öldü; böylece Galileo ve Desargues’nin bir çağdaşıydı.
Adın imlediği
gibi, iyi bir aileden olan babası yılın yarısını kendisinin de bir danışman
olarak üyesi olduğu yerel parlamento oturumda olduğu zaman Rennes’de,
ve zamanın geri kalanını ise La Haye’de les Cartes aile yurtluğunda
geçirmeye alışmıştı. İki oğulları ve bir kızları olan bir ailenin
ikinci çocuğu olan René sekiz yaşında La Flêche’deki Jesuit okuluna
gönderildi ve kendisi oradaki hayranlık verici disiplin ve eğitimden
büyük övgüyle söz eder. Sağlık durumunun nazikliğinden ötürü sabahları
geç saatlere dek yatakta kalmasına izin verilirdi; bu hiçbir zaman vazgeçmediği
bir alışkanlık oldu, ve 1647’de Pascal’ı ziyaret ettiği zaman ona matematikte
iyi iş yapmanın ve sağlığını korumanın biricik yolununn sabahları kalkmaya
istekli olmadıkça hiçbir zaman kaldırılmasına izin vermemek olduğunu
söyledi. Bu görüşü bu yazıyı okuyabilecek her öğrencinin yararı için
aktarıyorum.
1612’de
okuldan ayrılması üzerine Descartes yüksek tabaka ile tanıştırılmak
üzere Paris’e gitti. Burada Jesuitler aracılığıyla Mydorge ile tanıştı
ve okul arkadaşı Mersenne ile dostluğunu yenileyerek onlarla birlikte
1615 ve 1616 yıllarını matematik çalışmaya adadı. O sıralar
yüksek konumlu bir erkek ya orduya ya da kiliseye girerdi; Descartes
ilk mesleği seçti, ve 1617’de o sıralar Breda’da olan Orange Prensi
Maurice’in ordusuna katıldı.
Bir
gün sokaklarda yürürken Hollandaca yazılı bir duvar bildirisi merakını
uyandırdı ve yoldan geçen ilk insanı durdurarak ondan yazıyı ya Fransızca
ya da Latince olarak kendisine çevirmesini istedi. Dort’taki Hollanda
Kolejinin müdürü Isaac Beeckman’dan başkası olmayan bu yabancı, Descartes’a
yazıyı eğer yanıtlayacaksa çevireceğini söyledi; yazı gerçekte belli
bir geometrik problemin çözümü ile ilgili olarak herkese yöneltilmiş
bir soruydu. Descartes problemi birkaç saat içinde çözdü, ve sonuç
Beeckman ile aralarında sıcak bir dostluğun doğuşu oldu. Matematik
yeteneğinin bu beklenmedik sınavından sonra ordunun tatsız yaşamı
ona sıkıcı gelmeye başladı, ama aile nüfuzunun ve geleneğin baskısı
altında asker kalmayı sürdürdü ve Otuz Yıl Savaşlarının başlangıcında
Bavyera ordusunda Count de Bucquoy’un birliğine gönüllü katılmaya
ikna edildi. Tüm bu zaman boyunca boş zamanlarını matematik çalışmalarıyla
doldurdu, ve yeni felsefesinin ve analitik geometrisinin ilk tasarımlarını
Tuna seferleri sırasında Nauberg’de 10 Kasım 1619’da gördüğü üç düşe
bağlamayı alışkanlık edindi. Bunu yaşamının en önemli günü olarak,
ve bütün geleceğini belirleyen gün olarak gördü.
1621 baharında görevinden ayrıldı, ve sonraki beş yılı yolculuklar
yaparak geçirdi ve bu zamanın çoğunda arı matematik çalışmayı sürdürdü.
1626’da
Paris’e yerleşti. Ufak tefek ama iyi yapılı bir bedeni vardı, gösterişsiz
bir yeşil tafta giyer ve bir beyefendi olduğunun belirtisi olarak
yalnızca kılıç ve kuş tüyü takardı. Oradaki ilk iki yılı sırasında
genel toplumla ilgilendi, ve boş zamanını optik aletlerin yapımı ile
uğraşarak geçirdi; ama bu uğraşlar felsefede ne olursa olsun onu beklediğine
inandığı evren kuramını bulmayı başaramayan biri için yalnızca biraz
gevşeme anlamına geliyordu.
1628’de
Oratory dinsel toplumunun kurucusu olan Cardinal de Bérulle Descartes
ile karşılaştı ve konuşmalarından öylesine etkilendi ki onu yaşamını
gerçeklik arayışına adama ödevini üstlenme konusunda yüreklendirdi.
Descartes öneriyle görüş birliği içindeydi, ve çevrenin vereceği rahatsızlıklara
karşı daha iyi bir önlem olarak o sıralar gücünün doruğunda olan Hollanda’ya
yerleşti. Orada tüm zamanını felsefe ve matematiğe vererek yirmi
yıl yaşadı. Bilim, der, bir ağaca benzetilebilir; metafizik köktür,
fizik gövde, ve üç ana dal mekanik, tıp ve ahlaktır ve bunlar bilgimizin
dışsal dünyaya, insan bedenine, ve yaşamın yönetilmesine üç uygulamasını
oluştururlar.
Hollanda’da
kalışının 1629’dan 1633’e dek süren ilk dört yılını evrenin fiziksel
bir kuramını verme girişimini somutlaştıran Le Monde’u yazarak
geçirdi; ama yayımının ona kilisenin düşmanlığını getirmesi olasılığını
görerek, ve bir şehit olarak ünlenmeye hiç istekli olmadığı için,
yayımdan vazgeçti; tamamlanmamış elyazması 1664’de yayımlandı.
Daha sonra kendini evrensel bilim üzerine bir inceleme yazmaya verdi
ve bu çalışma Discours de la méthode pour bien conduire sa raison
et chercher la vérité dans les sciences başlığı altında 1637’de
Leyden’de yayımlandı, ve eşliğinde La Dioptrique, Les Météores,
ve La Géométrie başlıkları altında üç ek bulunuyordu (bunlar
büyük bir olasılıkla 1638’e dek yayımlanmadılar); analitik geometrinin
doğuşu bu çalışmaların sonuncusuna bağlanır. 1641’de Meditationes başlıklı bir çalışma yayımladı ve bunda felsefe üzerine Söylem’de
taslağı verilen görüşlerini uzunlamasına açıkladı. 1644’te büyük
bölümü fiziksel bilimlere, özellikle devim yasalarına ve burgaçlar
kuramına ayrılan Principia Philosophiae’yi çıkardı. 1647’de
buluşlarının onuruna Descartes’a Fransız sarayından bir gelir bağlandı.
1649’da Kraliçenin çağrısı üzerine İsveç’e gitti ve birkaç ay sonra
akciğer iltihabından öldü.
Görünüşte
Descartes çıkık bir alın, belirgin bir burun ve kaşlarına dek gelen
siyah saçlarıyla büyük bir kafası olan küçük bir insandı. İnce
sesliydi. Soğuk ve bencil bir doğası vardı. İncelemelerinin
erimi dikkate alındığında, hiçbir biçimde yaygın olarak okuduğu söylenemez;
ve kendilerinden ele gelir bir sonuç çıkarılamadığı ölçüde hem ilmi
hem de sanatı küçümserdi. Hiç evlenmedi ve genç yaşta ölen evlilik
dışı bir kızından başka arkasında hiç kimse bırakmadı.
Felsefi
kuramlarına gelince, son iki bin yıl boyunca tartışılmakta olan ve
büyük bir olasılıkla iki bin yıl daha büyük bir coşku ile tartışılacak
olan kimi sorunları tartıştığını söylemek yeterlidir. Sorunların
kendilerinin önemli ve ilginç olduklarını söylemek gereksizdir, ama
durumun doğasından ötürü önerilen hiçbir çözüm sağın bir tanıtlamaya
ya da çürütmeye açık değildir; yapılabilecek olanın tümü bir açıklamayı
bir başkasından daha olası kılmaktır, ve ne zaman Descartes gibi bir
felsefeci sonunda bu soruyu yanıtladığına inansa, sayıltılarındaki
yanılgıları göstermek ardılları için güç olmamıştır. Bir yerde
felsefenin her zaman başlıca Tanrı, Doğa ve İnsanın karşılıklı ilişkileri
ile ilgilendiğini okumuştum. En erken felsefeciler başlıca Tanrı
ve Doğa arasındaki ilişkilerle uğraşan ve İnsanı ayrı olarak ele alan
Yunanlılar idiler. Hıristiyan Kilise Tanrının İnsan ile ilişkisine
Doğayı bütünüyle gözardı edecek denli gömülmüştü. Son olarak modern
felsefeciler başlıca İnsan ve Doğa arasındaki ilişkilerle ilgilenirler.
Bunun ardışık olarak yürürlükte olan görüşlerin doğru bir tarihsel
genellemesi olup olmadığını burada tartışmayı istemiyorum, ama modern
felsefenin alanına ilişkin bildirim Descartes’ın yazılarının sınırlarını
belirtir.
Descartes’ın
matematiğe başlıca katkıları analitik geometrisi ve burgaçlar kuramıydı,
ve matematiksel ünü bu konulardan birincisi ile bağıntılı araştırmaları
üzerine dayanır. Analitik
geometri yalnızca (kimi zaman gevşek olarak söylendiği gibi) cebirin
geometriye uygulanışından oluşmaz; bu Arşimed ve başka birçokları
tarafından yapılmış, ve on altıncı yüzyıl matematikçilerinin çalışmalarında
olağan bir işlem yolu olarak kullanılmıştı. Descartes’ın yaptığı
büyük ilerleme düzlemdeki bir noktanın düzlemde birbirlerine dik açı
ile çizilen iki çizgiden diyelim ki x ve y uzaklıkları
verildiğinde, olumlu ve olumsuz değerlerin yorumlanışı açısından yabancısı
olmadığımız bir işlem yoluyla, o noktanın tam olarak belirlenebileceğini
görmesiydi; bir f(x,y) = 0 denkleminin belirsiz
olmasına ve x ve y değerlerinin sonsuz bir sayısı tarafından
doyurulabilmesine karşın, gene de bu x ve y değerlerinin
bir eğri oluşturan bir dizi noktanın koordinatlarını belirlediğini
ve f(x,y) = 0 denkleminin bu eğrinin belli bir
geometrik özelliğini, daha açık olarak, eğri için üzerindeki her noktada
geçerli olan bir özelliği anlattığını görmesiydi. Descartes uzaydaki
bir noktanın benzer olarak üç koordinat tarafından belirlenebileceğini
ileri sürdü, ama dikkatini düzlem eğrilere sınırladı.
Bir
eğrinin özelliklerini araştırabilmek için, bir tanım olarak herhangi
bir belirli geometrik özelliği seçmenin ve onu eğri üzerindeki herhangi
bir noktanın (o sıradaki) koordinatları arasındaki bir denklem aracılığıyla
anlatmanın, eş deyişle, tanımı analitik geometrinin diline çevirmenin
yeterli olduğu henem görüldü. Böyle elde edilen denklem örtük olarak
eğrinin her özelliğini kapsar, ve herhangi bir tikel özellik betinin
geometrisi konusunda sıkıntıya girmeksizin sıradan cebir yoluyla ondan
çıkarsanabilir. Bu daha eski yazarlar tarafından belli belirsiz anlaşılmış
ya da öngörülmüş olabilir, ama Descartes daha ileri gitti ve iki ya
da daha çok eğrinin bir ve aynı koordinatlar dizgesi ile ilişkilendirilebileceği,
ve iki eğrinin kesişme noktalarının bu eğrilerin denklemleri için
ortak köklerin bulunuşu yoluyla belirlenebileceği gibi çok önemli
olguları gösterdi. Daha öte ayrıntıya girmem gereksizdir, çünkü hemen
hemen yukarıdakileri anlaşılır bulan herkes analitik geometri okumuş
olmalıdır, ve bulunuşunun değerini kolayca görebilir.
Descartes’ın Géométrie’si üç kitaba bölünür: bunlardan ilk ikisi analitik
geometriyi ele alır, ve üçüncüsü o günlerde geçerli cebirin bir çözümlemesini
kapsar. Uslamlamalarını izlemek biraz güçtür, ama bulanıklık bilerek
yaratılır.
Birinci
kitap analitik geometrinin ilkelerinin bir açıklaması ile başlar,
ve Pappus’un Synagogee’sinin yedinci kitabında ortaya sürülen
ve özellikle bir genel teoremi ile önceki geometricileri çaresiz bırakan
belli bir problemin tartışmasını kapsar, ve Descartes’ı analitik geometrinin
bulunuşuna götüren şey bu problemi çözme girişimi oldu. Problemin
tam bildirilişi oldukça karmaşıktır, ama en önemli sorun bir noktanın
yerini bulmaktır, öyle bir yolda ki verili m doğru çizgi üzerindeki
dikeylerin çarpımı verili başka n doğru çizgi üzerindeki dikeylerin
çarpımı ile değişmez bir oranda olacaktır. Eskiler bunu m =
1, n = 1 durumu için, ve m = 1, n = 2 durumu
için geometrik olarak çözmüşlerdi. Pappus, bunun dışında, eğer m = n = 2 ise, yerin bir konik olduğunu bildirmiş, ama hiçbir
tanıtlama vermemişti; Descartes ta bunu arı geometri ile çözmeyi başaramadı,
ama eğrinin ikinci dereceden bir denklem yoluyla temsil edildiğini,
eş deyişle bir konik olduğunu gösterdi; daha sonra Newton problemin
arı geometri yoluyla güzel bir çözümünü sundu.
İkinci
kitapta Descartes eğrileri geometrik ve mekanik eğriler olarak iki
sınıfa ayırır. Geometrik eğrileri her biri tek bir koordinat eksenine
koşut olarak ‘‘eşölçümlü’’ hızlarla devinen iki çizginin kesişmesi
yoluyla yaratılabilecek eğriler olarak tanımlar; bu terimlerle demek
istediği şey dy/dx’in cebirsel bir işlem olduğudur,
örneğin elips ve sisoid (sarmaşık eğrisi) durumunda olduğu gibi. Bu
çizgilerin hızlarının oranı ‘‘eşölçümsüz’’ olduğu zaman, bir eğriyi
mekanik olarak adlandırır; ve bu terim ile demek istediği şey dy/dx’in
aşkınsal bir işlev olduğudur, örneğin sikloid (yuvarlanma eğrisi)
ve ‘ikinci’ dereceden denklemler durumunda olduğu gibi. Descartes
tartışmasını geometrik eğrilere sınırladı. Günümüzde kabul edilen
cebirsel ve aşkınsal eğriler sınıflandırması Newton’dan gelir.
Descartes
ayrıca eğrilere teğetler kuramına da özel bir dikkatle yaklaştı — belki
de kendisinin hemen yukarıda değinilen sınıflandırma dizgesinden çıkarsanabileceği
gibi. Bir noktadaki bir teğetin o sıralar geçerli olan tanımı noktadan
onunla eğri arasında başka hiçbir doğru çizginin çizilemeyeceği bir
yolda geçen bir doğru çizgi, eş deyişle, en yakın değme durumundaki
doğru çizgi olduğu biçimindeydi. Descartes bunu ‘‘teğet bir kesenin
(sekant) sınırlayıcı konumudur’’ önesürümüne eşdeğer bir bildirim
ile değiştirmeyi önerdi; Fermat, ve daha sonraki bir tarihte Maclaurin
ve Lagrange bu tanımı kabul ettiler. Newton ve Leibnitz tarafından
izlenen Barrow ise bir eğriyi içine çizilen bir çokgenin kenarları
belirsiz ölçüde küçük olduğu zamanki sınırı olarak gördü, ve çokgenin
kenarlarının, uzatıldıkları zaman, sınırda eğriye bir teğet olduklarını
bildirdi. Öte yandan, Roberval bir noktadaki bir teğeti eğriyi betimlemekte
olan bir noktanın o kıpıdaki deviminin yönü olarak tanımladı.*Hangi
tanım seçilirse seçilsin sonuçlar aynıdır, ama hangi tanımın doğru
olduğu üzerine tartışma sıkıcıydı. Mektuplarında Descartes bir rulete
teğetler ve dikeyler çizmek için genel kural vererek kuramını örnekledi.
*[Sofist
Protagoras (David Hume’un ‘geometri’ anlayışına bütünüyle uygun
düşen bir yolda) duyu verileri tarafından doğrulanamayan teğetin
bir eğriyi birden çok noktada keseceğini ileri sürüyordu. — A.Y.] |
Descartes
tarafından verili bir eğrinin herhangi bir noktasındaki teğet ya da
dikeyi bulmak için kullanılan yöntem özünde şöyleydi. Eğriyi üzerindeki
bitişik olmayan iki noktada kesecek bir dairenin özek ve yarıçapını
belirledi. Daireye o noktadaki teğet eğri için gereken teğet olacaktır.
Modern ders kitaplarında genellikle y = mx + c biçimindeki bir doğru çizginin eğriyi kestiği iki noktanın verili
nokta ile çakışmaları koşulu belirtilir: bu m ve c’yi
belirlememizi sağlar, ve böylece teğetin denklemi belirlenmiş olur.
Bununla birlikte, Descartes bunu yapmayı göze almadı, ama en yalın
eğri olarak ve üzerine bir teğetin nasıl çizileceğini bildiği bir
eğri olarak bir daireyi seçti ve böylece dairesini verili eğriye söz
konusu noktada değeceği bir yolda belirleyerek problemi bir daireye
bir teğet çizme işlemine indirgedi. Geçerken belirtmem gerek ki Descartes
bu yöntemi yalnızca bir eksen çevresinde bakışık olan eğrilere uyguladı,
ve dairenin özeğini eksenin üzerinde aldı.
Descartes’ın
bile bile seçtiği bulanık biçem bu kitapların okunmasını ve hemen
kabul edilmelerini yavaşlattı; ama F. de Beaune tarafından açıklayıcı
notlarla bir Latince çevirileri hazırlandı, ve bunun F. van Schooten’in
bir yorumu ile birlikte bir yayımı 1659’da çıktı ve yaygın olarak
okundu.
Géométrie’nin
üçüncü kitabı o sıralar geçerli olan cebirin bir çözümlemesini kapsar,
ve bilinen nicelikleri belirtmek için alfabenin başındaki harfleri
ve bilinmeyen nicelikleri belirtmek için sonundakileri kullanma alışkanlığını
yerleştirerek konunun dilini etkilemiştir. Descartes bundan başka
şimdi kullanımda olan indisler dizgesini getirdi; büyük bir
olasılıkla bu onun özgün bir buluşuydu, ama burada okura konunun daha
önceki yazarlar tarafından ortaya atıldığını ama genel olarak benimsenmediğini
anımsatacağım. Descartes’ın kullandığı harflerin olumlu ya da olumsuz
herhangi bir niceliği temsil edebileceklerini, ve tek bir genel durum
için bir önermeyi tanıtlamanın yeterli olduğunu görmüş olup olmadığı
kuşkuludur. Bir denklemin tüm terimlerini denklemin bir yanına almakla
kazanılan üstünlüğü anlayan en erken yazar oydu, üstelik Stifel ve
Harriot’un zaman zaman bu biçimi seçip kullanmış olmalarına karşın.
Descartes olumsuz niceliklerin anlamını gördü ve onları özgürce kullandı.
Bu kitapta cebirsel bir denklemin olumlu ve olumsuz köklerininin sayısına
sınırı bulma kuralından yararlandı ve bu bugün de onun adıyla bilinir;
ve denklemlerin çözümü için belirsiz katsayılar yöntemini getirdi.
Herhangi bir derecedeki cebirsel denklemlerin çözülmesini sağlayacak
bir yöntem verdiğini düşünmesine karşın, bu inancında yanıldı. Ayrıca
belirtilebilir ki bir çokyüzlünün yüz, kenar ve açılarının sayısı
arasındaki ilişki üzerine genellikle Euler’e yüklenen bir kuramı bildirdi;
bu Careil tarafından yayımlanan denemelerden birinde bulunur.
Söylem’e
öteki iki ekten biri optiğe ayrılmıştır. Bunun en ilgi çekici
yanı kırınım yasası üzerine verilen bildirimden oluşur. Bu görünürde
Snell’in çalışmasından alınmış, ama ne yazık ki okuru Descartes’ın
araştırmalarına bağlı olduğunu sanmaya götürebilecek bir yolda bildirilmiştir.
Descartes Snell’in denemelerini 1626 ya da 1627’de Paris’te iken yinelemiş
görünür, ve daha sonra Snell’in erken araştırmalarına ne denli borçlu
olduğunu unutmuş olması olasıdır. Optiğin büyük bir bölümü bir teleskopun
mercekleri için en iyi şekli belirleme konusuna ayrılmıştır, ama bir
camın yüzeyini istenen bir biçime taşlamadaki mekanik güçlükler bu
araştırmaları uygulamada çok az yararlı kılacak denli büyüktür. Descartes
ışık ışınlarını gözden ilerleyerek bir bakıma nesneye dokunuyor olarak
mı görmek — Yunanlıların yaptıkları gibi —, yoksa onları nesneden çıkarak
gözü etkiliyor olarak mı almak gerektiği konusunda kuşkuda kalmış
görünür; ama, ışık hızını sonsuz olarak gördüğü için, bunu özellikle
önemli saymadı.
Meteorlar üzerine öteki eklenti sayısız atmosfer fenomeninin
bir açıklamasını kapsar ve aralarında gökkuşağı da bulunur; gökkuşağının
açıklaması zorunlu olarak eksiktir, çünkü Descartes bir tözün kırınım
indisinin değişik renklerdeki ışıklar için değişik olduğunu bilmiyordu.
Descartes’ın
fiziksel evren kuramı daha erken bir dönemin yayımlanmamış çalışması
olan Le Monde’da kapsanan sonuçların çoğuna anlatım verir ve
metafiziksel bir temel üzerine dayanır. Devimin bir tartışması ile
başlar; ve sonra on doğa yasası ortaya koyar ki, bunlardan ilk ikisi
Newton tarafından verilen devim yasaları ile hemen hemen özdeştir;
geri kalan sekiz yasa sağın değildir. Bundan sonra özdeğin doğasını
tartışmaya geçer ve onu üç biçiminin olmasına karşın türde biçimdeş
olarak görür. Evrenin özdeğinin devimde olması, ve devimin bir dizi
burgaçta sonuçlanması gerektiğini varsayar. Güneşin bu özdeğin muaazzam
bir çevrintisinin özeği olduğunu, burada gezegenlerin yüzdüklerini
ve bir su çevrintisindeki samanlar gibi sürüklendiklerini bildirir.
Her bir gezegenin uydularını devindiren ikincil bir çevrintinin özeği
olduğu, ve bu ikincil çevrintilerin birincil çevrintiyi oluşturan
kuşatıcı ortamda yoğunluk değişimleri ürettiği ve böylece gezegenlerin
dairelerde değil ama elipslerde devinmelerine yol açtığı kabul edilir.
Tüm bu sayıltılar keyfidirler ve herhangi bir araştırma tarafından
desteklenmemişlerdir. Descartes’ın önsavı üzerine, güneşin bir odakta
değil (Kepler’in gösterdiği gibi), ama bu elipslerin özeğinde olacağını,
ve bir cismin ağırlığının dünya yüzeyinde ekvator dışında her yerde
dikey olmayan bir yönde etkide bulunacağını tanıtlamak güç değildir;
ama burada Newton’un 1687’de Principia’sının ikinci kitabında
kuramı ayrıntılı olarak irdelediğini ve sonuçlarının yalnızca Kepler’in
yasalarının her biri ile ve temel mekanik yasaları ile değil, ama
ayrıca Descartes tarafından varsayılan doğa yasaları ile de uyumsuz
olduğunu gösterdiğini söylemek yeterli olacaktır. Gene de, kabalığına
ve özünlü kusurlarına karşın, burgaçlar kuramı gökbilimde yeni bir
evreyi belirtir, çünkü bütün evrenin fenomenlerini deneyin yeryüzünde
doğru olduklarını gösterdiği aynı mekanik yasalar yoluyla açıklamaya
yönelik bir girişimdir.
[Bu çeviri için (c) Aziz Yardımlı]
[Parça W. W. Rouse Ball’ın internette yayımlanan A Short Account
of the History of Mathematics
başlıklı çalışmasından alınmıştır (4’üncü basım, 1908).] |